Demokrasi Kavramı Üzerine Hayli Spekülatif Bir İrdeleme - 3

İkinci olasılık felsefenin siyaseti kendine özgü bir düşünme etkinliği; tarihsel kolektife, felsefenin verili alması gereken bir düşünme tarzı sağlayan bir şey olarak kavrama girişimini imler. Burada felsefe işlemsel şartları farklı dışavurumları açısından düşünmenin bilişsel düzeyde kavranması –düşünsel tanım– olarak anlaşılabilir. Bu da bizi şu önermeye götürür: Eğer siyaset işlemsel düşünmeyse Devlet’e tabi olamaz, siyaset ne devlet boyutuna indirgenebilir, ne de bu boyutu üzerinden düşünülebilir. Şimdi buradan yola çıkarak oldukça düzmece bir önermede bulunalım:

“Devlet düşünmez.”

Geçerken belirtelim, Devlet’in düşünmemesi siyaset bağlamında felsefi düşüncenin yaşadığı her türlü güçlüğün kaynağıdır.

Tüm “siyaset felsefeleri” Devlet’in düşünmediğine dair kanıtlar ortaya atar. Bu siyaset felsefeleri Devleti düşünce biçiminde siyaset araştırmalarına kapı açan bir şey olarak konumlandırdığında güçlükler daha da artar. Devlet’in düşünmediği önermesi Platon’u, Devlet’in 9. Bölüm’ünün sonunda, nihai olarak, siyaseti kendi anayurdunuz hariç her yerde takip edebileceğinizi ilan etmeye götürür. Aynı sonuç, Aristoteles’in de, ideal siyaset tipleri yalıtıldığında gerçeklik düzleminde geriye yalnızca patalojik siyaset türlerinin kaldığı yönündeki sıkıntı verici noktaya varmasına yol açar.

Örneğin, Aristoteles’e göre monarşi bir Devlet türünün düşündüğünü gösterir, bu yüzden düşünülebilir olduğu varsayılır. Ama gerçekte ortada yalnızca düşünmeyen tiranlıklar vardır ki bunlar düşünülemez. Normatif türe ise hiçbir zaman ulaşılamaz. Rousseau’yu tarihte var olan devletlerin hepsinin çözülmüş Devletler olduğunu ve tarihte meşru Devlet olmadığını saptama noktasına götüren de budur. Son olarak, tamamen heterojen siyaset kavramlarından çıkartılan bu koyutlar tek bir noktada birleşir: Devleti siyaset araştırmasına kapı açan bir şey olarak görmek mümkün değildir. Kaçınılmaz olarak, düşünmeyen bir varlık olan Devlet’le karşı karşıya kalınır. Böylece soruna başka bir açıdan bakmak gerekli hale gelir.

Bu yüzden, “demokrasi” düşünce-olarak-siyasetin bir kategorisiyse, yani felsefe bu türden siyasi süreçleri kavramak için “demokrasiyi” bir kategori olarak kullanmaya ihtiyaç duyuyorsa, o zaman söz konusu siyasi süreç Devlet’in yaygın diktasını atlatır, çünkü Devlet düşünmez. Buradaki “demokrasinin” bir Devlet biçimi olarak değil, başka şekilde, başka anlamda ele alındığı sonucuna ulaşırız. Ve bu da bizi tekrar Devlet biçiminden farklı bir şey olarak “demokrasi” önermesine götürür. Buradan geçici bir sonuca ulaşabiliriz: “demokrasi”, ancak ve ancak Devlet biçiminden farklı bir şeyi gösterdiği zaman felsefenin kategorisi olabilir. İyi ama bu “farklı şey” nedir?

İşte sorunun merkezi buradadır. Beraberinde başkalarını da getiren bir problem söz konusudur. “Demokrasi”nin, düşünce-olarak-siyasete gerçek bir yaklaşım haline gelebilmesi için, Devlet’e değilse neye bağlanması gerekir? Bu konuyu merkeze alan bir siyasi gelenek mevcuttur, ama çok derinlerine inmek istemiyorum. Geldiğimiz noktada “demokrasi”yi Devlet’ten başka bir şeye bağlayıp, düşünce-olarak-siyaseti meta-siyasi (felsefi) inceleme altına alma çabalarıyla ilgili iki örnekten bahsetmekle yetinelim.

Birinci örnek “demokrasinin” doğrudan kitlelerin siyasi etkinliklerine –devlet konfigürasyonuyla değil, onun dolaysız zıttına– bağlanmasıyla ilgilidir. Çünkü genellikle kitlelerin siyasi etkinlikleri, kitlelerin kendiliğinden seferberliği, devlet karşıtı dürtülerle gerçekleşir. Bu da benim romantik diye niteleyeceğim bir kitle demokrasisi sentagmasıyla birlikte, kitle demokrasisiyle devlet konfigürasyonu olarak demokrasi –daha doğrusu resmi demokrasi– arasında bir karşıtlık üretir.

Kitlesel demokrasi deneyimini –kolektif genel toplanmalar, kalabalık gösteriler, isyanlar, vb. tarihsel olayları-- yaşayan herkes kitle demokrasisi ile kitle diktatörlüğü arasında dolaysız bir tersine çevrilebilirlik noktası olduğuna kesinlikle dikkat etmiştir. Kitle demokrasisinin özü kaçınılmaz biçimde kitle egemenliğine tercüme edilebilir ve bu kitle egemenliği de vasıtasızlığın, toplanmanın ta kendisinin egemenliği haline gelir. Toplanmanın egemenliği –Sartre’ın “füzyon halindeki grup” terimiyle tanımladığı örüntü formasyonları– bir terör birliği icra eder. Burada Sartre fenomenolojisi tartışılmaz biçimde sürmektedir. Füzyon halindeki grubun içsel ilkesi olarak kitle demokrasisi pratiğiyle, terör birliğinde işbaşında olan dolaysız otoriter veya diktatöryel unsura çevrilebilme noktası arasında organik bir bağ vardır. Kitle demokrasisinin ta kendisini bir sorun olarak ele alırsak, ilkeyi sırf demokrasinin istinafı üzerinden meşrulaştırmanın mümkün olmadığına dikkat etmemiz gerekir, çünkü bu romantik demokrasi, teoride olduğu kadar pratikte de, bünyesinde, diktatörlüğe çevrilebilirliği dolaysız olarak barındırmaktadır. Bu yüzden, uğraştığımız mesele, demokrasi kavramı altında basit bir düzenlenişten sakınan ya da felsefi kavrayıştan kaçan bir çift, demokrasi/diktatörlük çiftidir. Peki, bu bizi nereye götürür? Kitle demokrasisine meşruluk addeden herkesin, bunu, en azından bugün için, salt temsilin devlet-dışı perspektifinden ya da temelinden yaptığı fikrine götürür.

Böyle bir kitle demokrasisine değer verilmesi –demokrasinin istinafı kapsamında bile– soysal Komünizmin öznelliğinden ayırt edilemez. Bu dolaysızlık çiftinin –demokrasi/diktatörlük– meşrulaştırılması ancak, söz konusu çiftin, Devlet’in sönümlenmesine yönelik soysal perspektiften, ya da radikal devlet-karşıtı tavır açısından düşünülmesi ve tespit edilmesi halinde kavranabilir olacaktır. Aslında tam da kitle demokrasisinin dolaysızlığında kendini gösteren “Devlet’in devamlılığı” bahsini öne çıkaran karşıt kutup, soysal Komünizmin geçici bir temsilcisinden başkası değildir. Bu durumda ilk büyük hipotezimize geri dönüyoruz: eğer demokrasi “kitle”ye bağlanırsa, siyasetin hedefi sahiden soysal Komünizmdir, ki burada da “demokrasi” felsefenin bir kategorisi değildir. Bu sonuç deneysel ve kavramsal olarak, demokrasiyi –kitle demokrasisi açısından– diktatörlükten ayırmanın olanaksızlığı üzerine kuruludur. Marksistlerin “proletarya diktatörlüğü” ifadesini kullanmalarını sağlayanın da bu sonuç olduğu açıkça ortadadır. O yüzden “diktatörlük” sözcüğüne öznel olarak değer vermenin demokrasiyle diktatörlük arasındaki bu tür bir tersine çevrilebilirliğin varlığına dayandığını ve tarihsel olarak bunun kitle demokrasisi, devrimci demokrasi ya da romantik demokrasi figürlerinde ortaya çıktığını göz önünde tutmamız gerekir.

1 - 2 - 3 - 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP