Felsefe Bağlamında Düşünmenin Serüveni - 1

Betül Çotuksöken

'İnsanın en belirgin niteliği, özgül ayrımı nedir?' sorusu Antikçağdan günümüze değin düşünenleri uğraştırmıştır, İnsanın özünü belirleme çabalarında onun bir akıl varlığı olduğu, ko­nuşan bir varlık olduğu, toplumsal-siyasal bir varlık olduğu, araçlar üreten ve bunları kullanan bir varlık olduğu, simgeler (semboller) yaratan bir varlık olduğu türünden belirlenimler birbirini izlemiştir. 'İnsanı insan yapan nedir?' sorusu öylesine önemsenmiştir ki, bu soruya verilen yanıt başka türden soru­lara verilecek yanıtların da temelidir, esasıdır denmiştir.

İnsanı belirlemek üzere önerilen bu yaklaşım denemeleri­nin ortak bir yanı var mıdır diye sorulabilir. Bütün bu belirle­melerin ortak temeli nedir diye bir soru sormak olanaklıdır. Akıl varlığı olma, konuşma, araç yapma, simgeler yaratma gi­bi bir bakıma değerlendirmelerin temelde 'düşünme' adı verilen bir etkinlikte asıl dayanaklarını bulduğunu ileri sür­mek pek yanlış olmasa gerek. Araç yapma, simgeler oluştur­ma, bir toplum içinde başka bireylerle bağlantı kurma, iletişim kurma, konuşma temelde düşünmeyi gerektiren etkinliklerdir. Öyleyse insan daha baştan, düşünen ve düşündüklerini dile dökerek, başka deyişle düşünce haline getirerek, bir yandan kendisi için, öte yandan da diğer toplum bireyleri için anlaşılır kılmaya çalışan bir varlık olarak kendini sunar. İnsan dü­şündüklerini başkalarına ya dilsel olarak ya da eylemler, dav­ranışlar kılığına büründürerek iletmeye çalışır.

Düşünme insanın günlük yaşamında, eylem dünyasında genellikle davranışlara yansıyarak kendini gösterdiği gibi, bil­gi alanında da çeşitli biçimlerde kendini sunar. Her düşünme eylemi bir şey'e bir nesneye, bir tür varolana ilişkindir. İnsan düşündüğünde -ki bu ruhbilimsel yönden farkında olunsun ya da olunmasın hep sürüp giden, gerçekleştirilen bir etkin­liktir- mutlaka bir şeyi, bir olayı, bir yapıyı, bir olup biteni, olmakta olanı düşünür ve bu düşünmenin ürünü olan düşün­celer çok çeşitli niteliklerde kendilerini ortaya koyarlar. Bu et­kinlikler sonucu kısaca bilim, sanat, felsefe adı verilen yapılar ortaya çıkar.

Ancak böyle bir ayrışma başlangıçlarda, Antikçağın başlan­gıç dönemlerinde tam anlamıyla belirgin değildi. Ama bir süre sonra, insanlar elde ettikleri bilgisel içerikleri sınıflandırmayı, onları sahip oldukları özgül ayrımlara göre birbirinden ayır­mayı denediler. Çünkü düşünen varlık aynı zamanda sürekli olarak sınıflandırmalar yapar; karşılaştığı nesneleri benzerlik­lerine ve ayrılıklarına göre belli öbekler halinde birbirinden ayırmaya çalışan bir varlıktır insan. Öyleyse elde edilen bilgi­ler de bu sınıflandırma işlemine tabi tutulmalıydı. O yıllarda henüz bizim anladığımız anlamda "bilim" sözü geçmiyordu. Bilim yerine kullanılan sözcük felsefeydi; felsefe; bilim, bilgi sevgisi anlamına geliyordu ve bilginin üzerinde düşünenler, filozoflar, bilgiyi sevenler; işte felsefeyi çeşitli bölümlere ayırı­yorlardı; çünkü felsefe her şeyi kucaklıyordu. Felsefe hem dış-dünyayı (doğayı), hem düşünmenin yapısını, neliğini (mantık-psikoloji) hem eylem alanını, insanlararası ilişkilerin neliğini, niteliğini (ahlak alanını) hem de yaratma etkinliğinin söz ko­nusu olduğu sanat alanını araştıran, inceleyen çok yönlü bir bilgisel etkinlik olarak kendini gösteriyordu.

Hiç kuşkusuz filozoflar, birer doğa filozofu olarak ilkin dış dünyanın, doğanın ana yapısının ne olduğunu araştırmaya çalıştılar. Evrenin, doğanın ana maddesi temel taşıyıcısı neydi?

Bildiğiniz gibi, bu yapıyı 'su', 'apeiron', 'hava', 'toprak', 'ateş' gibi öğelerle belirlemeye çalıştılar. Ancak bir süre sonra; insa­na ve insan dünyasına, doğrudan insan eylemlerinin incelen­mesine tüm düşünsel eylemlerini adadılar.

Tarihsel, toplumsal yapıların evrimiyle, yeni toplumsal ya­pıların belirmesiyle, felsefedeki birtakım yeni gelişmelerle de birlikte kendi bireysel öznelerinin belirleyiciliğini uzunca bir süre mutlak, yetkin bir öznenin belirleyiciliğine bıraktılar. Tektanrıcı dinlerle, onların içerdiği yeni düşünüş-inanış biçimleriyle olup bitene bakmaya başladılar. Kısaca dile getirdiğim bu özellikler Ortaçağa özgüydü.

Fakat içten içe başka oluşumlar da gözleniyordu. İdeal ya­pı ve tasarımlara, 'sözün' bağlayıcılığına büyük önem ver­menin yanı sıra, dış dünyada bulunanın, tekil, bireysel yapıların en büyük değeri taşıdığı savı gün geçtikçe değer ka­zanıyordu. Ayrıca, doğanın, salt doğa olarak kendinde bir değer taşıdığı, doğanın anlaşılması, bilinmesi ve giderek de ona egemen olunması gerektiği savı öne geçiyordu. Böylelik­le felsefenin, bilimin, dinin alanları ayrışma noktasına geliyor­du.

Renaissance'ın başlangıç yıllarıydı artık. Antikçağla olan il­gileri -sanıldığının ötesinde- hiç kopmamış olan Avrupalı­lar hem doğayı yeniden keşfediyor hem Antikçağ kültür öğe­lerine yeni bir gözle bakıyor hem de artık 'bilim' adı verilen yeni bir düşünme biçimiyle doğanın, varolanın, olup bitenin kendisine yönetiyorlardı.

İngiliz devlet adamı ve filozofu Francis Bacon (1561-1626) artık yepyeni bir düşünüş biçimini öne çıkarıyor, genelden, tümelden özele değil; tam tersine, özel olandan aşamalı bir düşünme modeliyle genel olana gidilmesi gereği üzerinde duruyordu. Bireyin, düşünmenin rolü öne çıkıyor; düşünme inanmanın, imanın önüne geçmeye başlıyordu yavaş yavaş ya da dinsel inançlar insanların vicdanlarında sadece yer almaya başlarken bağımsız düşünmenin rolü, önemi artıyordu. Fran­sız filozofu Descartes (1596-1654), düşünen beni, düşünmeyi varolmak için düşünmekten başka hiçbir şeye ihtiyacı olma­yan ben'i tamamen öne çıkarıyor ve hatta asıl varolmayı ona yüklüyordu: "Düşünüyorum öyleyse varım" diyordu ünlü cümlesinde.

İnsan ve insanın üzerinde yaşadığı 'bu dünya' laikleşme sürecinde büyük önem kazanıyordu. Akıl ile inancın, bağım­sız düşünme ile dinsel dogmaların ışığı altında düşünmenin sınırları iyice birbirinden ayrılıyordu. Kesinlik, .mutlak bilgi arayışları kendilerine artık matematik, mekanik gibi bilgileri temel alıyorlardı. Her bilgi açık-seçik olmalıydı. Descartes Yöntem Üzerine Konuşmada yeni yöntemin esaslarını dört ana noktada gözler önüne sermeyi amaçlıyordu: Açık seçik bilgiler elde etme; bir bilgiyi en temel öğelerine kadar ayırma, çözümleme; çözümlenmiş bu yapılardan bireşime, senteze varma ve son olarak da bilgilerin unutulmasına engel olmak için onları sık sık denetleme ve sayma.

Descartes ve çağdaşlarında, XVIII. yy'ı hazırlayan filozof­larda, en iyi örnekler olarak Spinoza (1632-1677) ve Leibniz'de (1646-1716), akılla ilgili belirlemeler, hatta akıl alanı içinde kalarak doğruya, hakikatin bilgisine ulaşma çabalan doruğuna ulaşmıştır.

Ancak bilgide deneyin rolünü de ön plana çıkarmayı amaç­layanların etkisiyle -ve giderek düşünme gücünün eleştirilmesiyle birlikte- aklın eleştirildiği, sınırlarının çizildiği hem de her türlü vesayetten, bağımlılıktan kurtarıldığı bir dönem ortaya çıkmıştır. Bu dönemin adı Aydınlanmadır. Aydınlanma çağı Avrupa'da ortaya çıktığı yörelerde birçok farklılıklar içer­mekle birlikte yine de bağımsız düşünmenin en çok önem kazandığı ve bunun 'felsefece' en yoğun biçimde temellendirildiği bir dönemdir. Aydınlanma çağının en önemli, en yapıcı filozofu Immanuel Kant'tır (1724-1804).

Kant'ın "Aydınlanma Nedir?" (1784) sorusuna yanıt yazısı son derece ilginçtir; günümüz için bile yol gösterici bir iletiyi, rnesajı içinde taşımaktadır: "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulma­ğıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İş­te bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kı­lavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! (Yüreklice düşün). Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü imdi Aydınlanma'nın parolası olmaktadır." (Çeviren N.Bozkurt Seçilmiş Yazılar Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 213)

İnsanın kendi aklına göre düşünmesi, kendi ben'ine sahip çıkması tüm aydınlanma düşüncesinin temel niteliği, başka deyişle özgül ayrımı olmuştur. Bu, empirik ben'in mutlak ben karşısında bağımsızlaşmasıdır.

1 - 2

Felsefe Bağlamında Düşünmenin Serüveni - 2

Fakat akla bu denli önem veriş, salt aklın sınırları içinde kalarak, aklın yarattığı bazı düşünceleri, zaman zaman olup bitenlerden tüm bağını kopartırcasına ortaya koyma gibi sa­kıncaları da içinde barındırmış aşın bir idealizme, uç nokta­larda hep yoğunlaşan bir idealizme de felsefede yol açmış­tır.

Ortaçağın sonları ya da Renaissance'ın başlangıç noktala­rından yüzyılımız başına kadar felsefe yapmak hep düşünme­den, akıldan, bilgi elde etme yetisinden yola çıkılarak gerçek­leştirilecek bir etkinlik olarak görülmüştür. Geçen yüzyılın sonları ile yüzyılımızın başında dil-düşünme bağlamından ha­reketle felsefe yapmak ve tam da bu noktada felsefeye yeni şeyler yüklemek, felsefeye ilişkin tasarımlarda devrimsel dönüşümler gerçekleştirmek XX. yüzyıl filozoflarının yeni gün­demini oluşturmuştur.

Genellikle belli bir dönemin, yüzyılın, zaman kesitinin bi­lim adamlarının, filozoflarının, sanatçılarının, ortak konuları­nın, sorunlarının, dünya görüşlerinin olduğu ileri sürülür. An­cak ortak sorunlara karşın, bakış açılarının farklılığı, yöntem­sel farklılıkları düşünen insanları hep farklı sonuçlara da var­dırmaktadır. Örneğin, XLX. yüzyıl hep bilimlerin en yetkin, parlak dönemi olarak öne çıkarılırken kimi eleştirel kafalarca da, kimi filozoflarca da kıyasıya eleştirilmesi gereken bir olu­şum olarak gösterilmiştir. Her çağ, her dönem, her yüzyıl ça­ğına ilişkin etkin savlarının yanında karşı savlannı da birlikte getirmiştir. Francis Bacon'ın bilimsel düşünüşün öncelenmesi, öne çıkanlışı yönünde açtığı yol, bir yandan son sınırlarına kadar varırken ve artık felsefenin bile bir bilim gibi yapılması savları ortaya atılırken; öte yandan, bilime, bilimin yol gösteri­ciliğine karşı çıkışı içeren savlar da kendini göstermeye başla­mıştır. Batı ya da Avrupa merkezli yorumlama çabalarının ye­tersizliğinden dolayı yeni düşünme modelleri, paradigmalar bulma isteği ön plana çıkmıştır.

Bu türlü bir dönüşümde, hiç kuşkusuz bilimin uygulanma­sından başka bir şey olmayan tekniğin gelişmesinin büyük payı olmuştur. Bilindiği gibi çağımıza artık 'medya çağı', 'ileti­şim çağı' deniyor. Bilgi artık bir avuç seçkinin güç, iktidar ara­cı olmaktan çıkıyor gibi görünüyor. Ama bu çıkış sağlıklı mı, ussal (rasyonel) bir tutumla mı gerçekleşiyor bütün bunlar? Bir yandan insanlann yıkımını akılcılığın uç noktalarına ulaş­masında görenler olduğu gibi, öte yandan, aklın yeterince iyi yönde kullanılmamasından bütün bunların kaynaklandığını ileri sürenler de var. Bir yandan dünyada, insan toplulukla­rında yeni siyasal gelişmelerle aşın siyasal yapılanmaların, bloklaşmaların çözüldüğü görülüyor; ama öte yandan milli- ulusal ayrılıklar uğruna birçok "sıcak savaş" da yaşanıyor-Akıl, günümüzde iyice tahtından indirilmeye çalışılıyor, sorgu­lanıyor. İnanç dizgeleri, yerleşmiş, akılcı toplumsal kurumları zaman zaman sarsacak boyutta öne çıkıyor kimi toplumlarda ve artık kitle iletişim araçlarıyla herşey hem bir yandan he­men duyuluyor, herşeyden haberdar olunuyor ama öte yan­arı da bu duyuruluş, haberdar ediliş yine de bazı insanların kendi "düşünüş planları dahilinde" oluyor. Mutlaka "birilerinin bakış açısı" doğrultusunda herşey duyumsanıyor ve giderek belki olup bitenlere bakan ama olup bitenler arasındaki bağ­lantıları pek de kuramayan, hep güdülen insanların sayısı artı­yor. Büyük bir hızla yaşanan dönüşümlerde, teknolojinin de bilime hatta sanata egemen olmasıyla kuramsal düşünüş bi­çimlerinin işe yararlığı, gerekliliği tartışma düzlemine getirili­yor. Bu ortamda artık felsefeye gerek var mı türünden sorular bile sorulmaya başlanıyor.

Her türlü küreselleşmenin yanında, yumuşamaların yanın­da, aykırılaşmaların da egemen olduğu dikkatli kişilerin gö­zünden kaçmıyor aslında. Yoğun insan ilişkileri, tekniğin be­raberinde getirdiği sorunlar, dışdünya ya da eylem dünyamızda ne denli çok sorunun ortaya çıktığını hepimize gösteriyor. Yeni yeni boyutlarla, içeriklerle beliren "dünya problemleri karşısında felsefe" ne yapabilir? Ona düşen nedir? Filozof git­tikçe yoğunlaşan dünya problemleri karşısında etkinliğini gös­termelidir, gösterecektir. Bu, insanlığın her döneminde ger­çekleşmiş bir durumdur aslında. Felsefe her dönemde aklı, eleştiriyi, çok yönlü, irdeleyici düşünmeyi temsil etmiştir. Gü­nümüzde daha çok farkına varılan, "sorunlaştırılan" olaylar ağını anlamada salt bilim adamından çok filozofa iş düşmek­tedir.

1988 yılında Ankara'da Unesco'nun desteği ile Türkiye Fel­sefe Kurumu'nun düzenlediği "Dünya Problemleri Karşısında felsefe Uluslararası Semineri" toplandı. Dünyanın birçok ülkesinden gelen filozoflar konuyu tartıştılar. En başta "dünya Problemleri" deyince neyin anlaşılması gerektiği üzerinde duran. Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi'nin yaptığı belirlemeye göre '"Dünya Problemleri', çeşitli ülkelerde ve bir bütün olarak dünyada şu veya bu şekilde kurulmuş toplumsal (ve bu arada ekonomik) ilişki bütünlerinin ve siyasal ilişkileri düzenleme tarzının yaratmış olduğu olgulardır; ya da: çağca ulaştığınız felsefi değer bilgisiyle baktığımızda farkına varılan ve yeryü­zünde yaşayan birçok insana insan olarak olanaklarını ger­çekleştirebilmeye elverişsiz oldukları ya da bu geliştirmeyi imkansız kıldıkları için istenmeyen durumlardır. (Dünya Problemleri Karşısında Felsefe, Ankara 1988, s. 10). işte bütün bu durumlar, dünya problemleri, felsefece işlenmeyi, ele alınmayı bekliyorlar. Felsefe ne yapmalıdır? Kenyalı filozof H. Odera Oruka bakın ne diyor bu konuda: " felsefe, di­ğer şeyler yanında insanlık için ussal olarak özlenebilir olan bir yaşama ilişkin normlar sorusuyla ve bu yaşamı tehdit ede­bilecek tehlikelerle ilgilenmelidir. Bu soruyu yalnızca bilim adamları ve politikacıların elinde bırakmakla yetinemeyiz. Bi­lim adamları, çoğunlukla etik konuları ele almaya cesaret ede­meyecek kadar alçakgönüllüdürler. Politikacılar ise, genellik­le, insanlığa dair ince etik sorulara zaman ayıramayacak kadar pratikle meşguller." (a.g.y. Çeviren Zerrin Gösterişli Tandoğan, s. 46).

Felsefede oldukça soyut gibi görünen ama günümüzdeki yaygınlığı içinde büyük sorunlar içeren bilgisel sorunlar; özel­likle bilgilerin kullanımıyla ilgili sorunlar yanında, eylem ala­nına ilişkin, onların bilinmesine ilişkin sorunlar büyük önem taşımaktadır. İnsan haklan, insanların mutluluğu, insan-çevre ilişkileri, teknik-insan ilişkileri, birey-toplum; birey-siyasal yet­ke ilişkileri, son derece karmaşık bir biçimde karşımıza çıkı­yorlar. İşte, bunlar "sorunlaştırıldığında" birer problem alanı haline getirildiğinde, filozoflara çok iş düşecektir. Bir bakıma, filozoflar bu sorunları-felsefece ele alacak olan kişilerdir. Çağımızda, özellikle, günümüzde insanın yeniden büyük değer kazandığı da görülüyor. Aklın aydınlanma düşüncesince öne çıkarılmasına ilişkin tepkiler, son yıllardaki ortak deyişle post-modernist tutumlarda somutlaşıyor. Bir yandan insanlar ortak davranış, eylem kalıpları içine sıkıştırılmaya çalışılırken, bir yandan onların kendilerine özgür bir biçimde ifade edebilme şansına sahip oldukları izlenimi verdirilmeye çalışılıyor. Küre­selleşme, yeni bir kaosu, sarsılmayı, bitip tükenmeyecek sar­sıntıları da beraberinde getiriyor, bütün bu hızlı akışın (baş-döndürücü hız deniyor bilimin gelişmesi için) bilincine var­mada yardımcı olacak etkinlik felsefeden başka bir şey olma­yacaktır. Felsefe burada insanın bilincidir, bilincini, aklını ce­saretle kullanmasıdır. Günümüz insanının, Kant'ın yıllarca ön­ce Horatius'tan alarak söylediği gibi 'Sapere aude" deyişine kulak vermesi gerekiyor; insanı kurtaracak olan yine kendisi ve kendi aklı, akılcı eleştiri yeteneği ve yine akılcı duyarlığı olacaktır.

1 - 2

Kaynak: FELSEFEYİ ANLAMAK FELSEFE İLE ANLAMAK
KABALCI YAYINEVİ FELSEFE DİZİSİ İSTANBUL - 1995

Max Stirner'den alıntılar

Çeviri: H. Ibrahim Türkdogan

«Cinler yaşıyor!»Dünyaya şöyle bir göz gezdir ve söyle, her nesnenin içinden bir cin seni seyretmiyor mu. Şu ufacık ve sevimli çiçekten gelen ses, ona bu muhteşem güzellikteki şekli veren Yaradanın sesidir; yıldızlar, kendilerini dizen tinin haberini müjdeliyor, dağların tepelerinden aşağıya doğru yücelik tini esiyor, çağlayan sular özlemin tinini haber ediyor ve - insanların ağızından milyonlarca hayalet konuşuyor. İsterse bütün bu dağlar çöksün, çiçekler solsun, yıldızlar dünyası yıkılsın, insanlar ölsün - nedir görünürdeki bu cisimlerin batması? Göze görünmeyen tin ebedi olandır! (S. 37)

Tanrının da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim.

Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç.

Tepeden tırnağa kadar benim olmayan her işe uğurlar olsun! Sizce benim işim en azından "iyi bir iş" olmalıdır? Nedir iyi iş, kötü iş! İşim demek zaten ben demek'im. Ve ben ne iyiyim, ne de kötü. İyinin de kötünün de benim için hiç bir anlamı yoktur. Tanrının işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi. Hiçbir şey benden üstün değildir! (S. 5)

Biricik olduğumu bildiğim andan itibaren kendimin sahibiyim. Kendine sahip kişi ancak biricikleştiğinde yaratıcı hiçliğine, doğduğu yere geri döner. İster Tanrı olsun ister insan, benden yüksek her canlı biricik olma duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin güneşi karşısında söner. Kendi meselemi biricikliğim üzerine kurarsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi yaşayan geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesidir. Dolayısıyla ben şunu söyleyebilirim: Meselemi hiçe bıraktım. (S. 412)

Ben, halklar ve insanlık ölünce doğarım. (...) Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (...) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım! (S. 238, 239)

Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim yani söylenemez bir şeyim. (S. 400)

Stirner’in söylediği bir sözcük, bir düşünce ve bir kavramdır; söylemek istediği ise, ne bir sözcük, ne bir düşünce ne de bir kavramdır. Stirner’in söylediği söylemek istediği değildir ve söylemek istediği söylenemez.(Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, (s.149)

Biricik bir sözcüktür ve bir sözcüğün altında düşünülecek bir şey olmalıdır, bir sözcük düşünce içermelidir. Oysa biricik düşüncesiz bir sözcüktür, düşünce içermez.(Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986, s. 152)

Kafanda hortlaklar var; sen kaçıksın be adam! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka ya da mecaz yaptığımı sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları kararsız deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler.S 46.

Benim soyum benim, Ben normsuz, yasasız ve örneksizim. (S. 200)

Benden aşağı her gerçeği beğenirim ; benden yüksek ve ona göre yaşamam gereken bir gerçekse tanımıyorum. Bence gerçek yoktur, çünkü hiçbir şey benden üstün değildir! (S. 399)

Özgür cesaretle yapmadığım bir şey hakkımın dışındadır, yani yapmasını haklı görmediğim şey hakkım değildir. Neyin haklı olduğuna Ben karar veririm. Benden öte bir hak yoktur. Bence haklı olan haklıdır. (...) Bu egoist haktır. (S. 208, 209)

Farklı düşünenler birbirlerini tahammül ederler. Oysa bir nesne hakkında neden sadece farklı düşüneyim ki, farklı düşünmeyi neden son aşamasına kadar düşünmeyeyim; yani düşünülecek şeyi anlamsızlaştırana dek düşünmek: nesnenin hiçleşmesine ve yokedilmesine dek ? (S.. 379)

En az düşünmek kadar Varlık’ı da aştım. Biri benim varlığım diğeri benim düşüncemdir. Varolmak için her ikisine de ihtiyacım var, binlerce başka şeye ihtiyacım olduğu gibi, diyen Stirner, cümlesini şöyle tamamlar: ... Her şeyden önce ama benim Bana, şu belli olana, Biricik’e ihtiyacım var. (S. 382)

Erk ve şiddet sadece bendedir yani güçlü ve şiddetli olandadır. (S. 231)

Hakikat, sevgili Pilatus, Tanrı’dır ve hakikati arayan herkes Tanrı’yı arar ve över. Tanrı nerede yaşar? Kafanda; başka nerede yaşayabilir ki? (S. 397)

Haklı ya da haksız olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur. Başkaları sadece benim hakkımı onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da haklı olup olmadığını yargılayabilirler. (S. 205)

Bilginin istem olarak doğabilmesi ve özgür kişi olarak kendisini hergün yenilemesi için ölmesi gerekiyor. (Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986, s. 97)


Kaynak: - Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam - Stuttgart 1981
- Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986

Erdem Kürsüleri Üzerine

Uyku ve erdem hakkında çok iyi şeyler söyleyen bir bilgin vardı. Bir gün bu bilgini Zerdüşt'e övdüler ve Zerdüşt bu bilgine gitti. Kürsüsünün önüne oturdu. Bilginin çok saygı ve kabul görmüş olduğunu, kürsüsünün etrafında her zaman gençlerin toplandığını bilmek, Zerdüşt'ü heyecanlandırıyordu.Bilgin şöyle diyordu;

"Uykuya karşı saygı ve utanç duymalı. İşin başı budur. Kötü uyuyanların ve gece uyanık olanların yolundan çekilin. Hırsız bile uykuya karşı utanç duyar. Hırsız, gece, her zaman sessizce çalar ve kaçar. Fakat gece bekçisi utanmazdır, utanmazca düdüğünü taşır. Uyku kolay bir sanat değildir. Onun hatırı için bütün gün uyanık durmak gerekir. Gündüzün kendisini on defa yenmelisin. Bu, iyi bir yorgunluk verir ve sonra ruhun uyuşur. Yine on defa kendinle barışmalısın, çünkü yenme acıdır ve barışmayan kötü uyur. Gündüzleyin on gerçek bulmalısın; yoksa gece de gerçeği ararsın ve ruhun aç kalır.

Gündüz on defa gülmeli ve neşelenmelisin. Yoksa geceleyin mide, bu keder babası, seni rahatsız eder.Bunu bilen azdır. İyi uyumak bütün erdemlere sahip olmak gerekir. Yalan yere tanıklık mı? En yakındaki kıza şehvet mi duyacağım? Bütün bu düşünceler uykuyu bozar.

Tüm erdemlere sahip olsan bile, bir şeyi iyi anlamalı: Bizzat erdemleri de tam zamanında uykuya yollamalı. Ta ki bu uslu dişiler, senin yüzünden birbirleriyle didişene kadar.

Tanrı ile ve komşu ile barışmalısın. Bu iyi uykunun şartıdır. Komşunun şeytanı ile de barış halinde olmalı. Yoksa geceleyin senin çevrende dolaşır.

Benim için en iyi çoban, koyununu en yeşil yamaca sürendir! İyi uyku ile bu bağdaşır.

Ben çok şeref ve çok servet istemem. Çünki bunlar zihni karıştırır. Ama iyi bir şöhrete ve küçük bir kasaya sahip olmadığı zaman da insan iyi uyuyamaz. Küçük bi topluluk, bence kötü bir topluluktan daha geçerlidir. Yeter ki tam zamanında gitsin ve gelsin. İyi uykunun bir şartı da budur.

Kafa olarak yoksun olanlar da hoşuma gider! Bunlar uykuyu kolaylaştırır. Hele kendilerine sürekli hak verilirse, hep mutludurlar.

Erdemli olanların günü böyle geçer. Gece olunca uykuyu çağırmaktan çekinirim! Erdemlerin efendisi olan uyku çağrılmak istemez. Tam tersine, gündüz ne yaptığımı ve ne düşündüğümü hatırlarım. Bir inek gibi sabırlı olup geviş getirerek sorarım: Senin on zaferin nelerdi ve kalbine huzur veren on barışma, on gerçek, on gülüş nelerdi? Bunları düşünürken ve bu kırk düşünceye dalarken, erdemlerin efendisi olan uyku, çağrılmadan, birdenbire beni bastırır. Uyku göz kapaklarımı okşar ve ağırlaştırır. Uyku ağzıma dokunur ve o, açık kalır.

Gerçekten, bu hırsızların en sevimlisi, yumuşak ökçeler üstünde gelir ve düşüncelerimi çalar. O zaman şu ders kürsüsü gibi budalaca, öylece bakakalırım. Ama uzun zaman ayakta kalamam, artık yatarım."

Bilginin bu sözlerini duyan Zerdüşt, kendi kendine güldü; çünkü gözünde bir ışık parlamıştı. Kendi kendine şöyle dedi: "Bu kırk düşünceli bilgin, bence bir delidir; fakat sanıyorum ki uykuyu iyi anlıyor. Bilginin yakınında olanlara ne mutlu! Çünki böyle bir uyku bulaşıcıdır, kalın duvarlar arasından bile yayılıp bulaşabilir. Öğüt kürsüsünde bile bir büyü var. Gençlerin bu erdem anlatıcısının karşısında oturmaları boşuna değilmiş. Onun hikmeti şu: 'İyi uyumak için uyanık olmak gerekir.' Hayatın amacı olmasaydı ve benden bir saçmalık dilemem istenseydi, seçmeye en layık olan şey olarak bunu bulurdum. Zamanında, erdem öğreticileri aranırken neler istendiğini şimdi tüm açıklığıyla anlıyorum: İyi bir uyku ve uyuşturucu etkisi yapan erdemler aranıyordu.

Bu kürsü sahibinin ve bu kürsü etrafında toplananların, yani din öğüdü verenlerin hikmeti rüyasız bir uykuydu. Onların hayata yükledikleri anlam bundan ibaretti sadece. Bugün bile bu erdem bilgini gibi düşünen insanlar var. Onlar bile bu kadar içten davranamazlar. Fakat onların zamanı geçmiştir. Onlar artık uzun zaman ayakta kalamazlar! İşte... Yatıyorlar. Her şey bunu gösteriyor. Ama bu uykucular mutludurlar; çünkü az bir zaman sonra başları düşecektir."

Zerdüşt, böyle buyurdu...

KAYNAK: Friedrich Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt

Felsefe yaşamın neresindedir?

Harun Tepe

"Dünya Sorunları Karşısında Felsefe". XXI. Dünya Felsefe Kongresi, başka felsefe soruları yanında, bu soruya yanıt aramak üzere 10 Ağustos'ta İstanbul'da toplanıyor. Temelde kuramsal bir etkinlik, hem de kuramsallık düzeyi en yüksek etkinlikler arasında sayılan bir etkinlik olan felsefe, insanlığın bugün karşı karşıya kaldığı dünya sorunları karşısında ne yapabilir ki? Felsefe açlık ve yoksullukla, ekolojik felaketlerle, terörle, işkenceyle, adaletsizliklerle savaşımda ne sağlayabilir bize? Max Scheler'in tin (Geist) için söylediğini, felsefe için de söylemek ve felsefenin bu sorunlar karşısında fazla gücünün olmadığını, bu sorunlarla tek başına savaşamayacağını söylemek pek yanlış olmaz sanırım. Bugün yaşanan pek çok insan hakkı ihlalinin temelinde yatan yoksullukla felsefe nasıl savaşabilir? Adaletsizlikleri, savaşları, işkenceleri nasıl ortadan kaldırabilir felsefe? Tüm bu benzeri dünya sorunları karşısında felsefe güçsüzdür. Ama bu güçsüzlük onun bu sorunlar karşısında çaresizliği, hiçbir şey yapamayacağı anlamına da gelmez. Böyle bir sav her şeyden önce doğru değildir. Olan bitene de pek uygun düşmez.

Filozofların, dünya tarihine yön vermeseler de onu hiç etkilemediklerini söylemek de doğru olmaz. Felsefe bunu ortaya koyduğu bilgilerle yapar. Aslında onun elinden gelen de budur: Sorunlara felsefeyle bakmak ve konunun izin verdiği ölçüde de doğru ve kesin bilgiler ortaya koymaya çalışmak. Felsefe, adaletin ne olduğunu, insan haklarının ne olduğunu, savaş ve barışın ne olduğunu, bunun insan olmayla ilgisini gösterebilir ancak. Bu bilgilerse kişilerin bu sorunların farkına varmasını sağlayabileceği gibi, sorunlara tutulan ışıkla sorunların çözümüne giden yolu da aydınlatabilir. Böyle olanaklar sunar insanlara. Kimi olanakların bilgisini sunar. İşte bu yazı böyle bir hareket noktasından yola çıkarak bilgi-yaşam bağlantısını, en temelde de felsefe bilgisi-yaşam bağlantısını ele alıyor. Bilginin yaşam için önemini, felsefe sorunlarının yaşamda karşılaşılan sorunlarla ilişkisini ve farkını açığa çıkarmayı amaçlıyor. Bunu da olana, felsefe bilgilerine, felsefe görüşlerine bakarak, onlardan hareketle yapmaya çalışıyor. Kurgulamadan olanı yansıtmayı, felsefe bilgilerine ayna tutmayı hedefliyor. Bilmek, bilgi edinmek, bilgili olmak - bilinen ne olursa olsun - çoğunlukla olumlu bir değer yüklenen, övülen ve istenen bir durumdur. Zaman zaman bilmenin, çok fazla şey bilmenin kişinin başını derde soktuğu söylense de, genellikle bilgili olan kimseye iyi gözle bakılır, bilgi ortaya koymaya, varolan bilgiye ulaşmak için çaba sarf eden kişilere - bu onların işi olmasa, yardım etmek hiç de üzerlerine farz olmasa da - destek olunmaya çalışılır. Neredeyse bilgi ortaya koymaya çalışana dokunulmaz dedirtecek bir genel ön yargı vardır bilgi erbabı için. Bunun bilinen tek istisnası, ortaya konulan ya da ulaşılmaya çalışılan bilgilerin, egemen ahlak ve ideolojiyle, dinsel dogmalarla, kimi zaman da iktidarda olanların çıkarlarıyla çatışma içinde olduğu durumlardır. Ama bu durumda bile, yukarıda anılan bilgiye karşı olumlu ön yargıda bir değişiklik olmaz. Bu türden durumlarda, çoğu zaman, karşı çıkılan şeyin aslında bilgi olmadığı, hakiki bilgi olmadığı, propaganda olduğu vb. türünden bir itham ya da savunmayla karşılaşırız İyi ama, nedir bilgi? Neden iyidir bilgi sahibi olmak, bilgi ortaya koymak? Neden bilenle bilmeyen bir olnıaz? Neden severiz bilgiyi, bilgini, bilgeyi? Bu ve benzeri sorularla karşılaşmayız pek günlük yaşamda. Sormayız bilginin neden önemli olduğunu. Onun çok önemli olduğunu; insanın bilgiyle, "kültür"le insan olduğunu biliriz zaten. Öte yandan olumlu değer yüklenenin, onaylananın sorguya çekilmesi, sorgulanması da düşünülmez pek. Sorgulama yalnızca ya da çoğunlukla olumsuzluğun, rahatsızlığın, sorunların olduğu ya da görüldüğü durumlarda başlar. Sorular sorunlarda köken bulur. Sorunlardan filizlenir yeni sorular ve soruşturmalar. Yeni bilgiler de bu türden soruşturmaların, arayışların sonunda ortaya çıkar genellikle.

Kısacası, görülen aykırılıklardır ye- ni bilgilerin başlangıcı. Bu aykırılıkları ya da sorunları gören kişilerin varlığını gerektirir bu da. "Bilgi nedir?" "Hangi bilgileri bilenler bilmeyenlerle bir olmaz?" soruları günlük sorunlarla boğuşan insanların, bilgi üretme peşinde olan bilim adamlarının pek sormadıkları bir sorudur. Ama felsefenin en eski sorularından biridir, "Bilgi nedir?" sorusu.

Filozoflar yüzyıllar boyu bilginin ne olduğuyla, onun doğruluğu ve kesinliğiyle meşgul olmuşlar, bilgi sorunlarıyla uğraşmak- tan kendilerini alamamışlardır. Bilgi olanla olmayanı ayırmak, bilgiler arasındaki farklılıkları - bu arada ortaklıkları da - ortaya koymak, bilgileri doğruluk ve kesinlikleri açısından irdelemek, filozofların üzerinde durdukları önemli bilgi sorunları arasında yer almıştır hep. Kimi zaman buna, doğru bilgiyi yanlıştan, deneysel olanı deneysel olmayandan ya da doğrulanabilir olanı doğrulanabilir olmayandan ayıracak bir ölçüt bulma çabaları da eklenmiştir. Kimi zaman kesinlik ve genel geçerlik sorunu ötekilerinin önüne geçmiş, kimi zamansa doğrulama ve/veya yanlışlamayla, temellendirmeyle ilgili yöntem sorunları.

Bilmek nedir diye sorulursa, felsefece bakışla, olandan hareketle söylenebilecek olan, bilmenin, dünyayla bağ kurmak olduğudur. Dünyaya ya da dünyayı oluşturan her türden varolana yönelmek, yönelinen şeyin özelliklerini kavramak, sonra da ortaya koymak demektir bilmek. Her bilgi dünyayla kurulan bir bağlantının sonucudur. Bilen öznenin bir varolana uzanmayla, onun hakkında saptayıp ortaya koyduğu bir tür bildirimdir her türlü bilgi. Öznenin yoktan yarattığı bir şey değil, bir varolana ilişkin dile getirdiği bir ifade ya da tümcedir her bilgi. Kuramları oluşturan da bu türden tümceler ya da ifadelerdir. Doğruluğu yanlışlığı söz konusu olan ancak bu türden ifadeler, yani dünyada varolan herhangi bir şeye, - bu şey fiziksel, maddi bir şey olabileceği gibi, bir kavram, bir değer, bir matematiksel nesne de olabilir - ilişkin, onları dillendiren ifadelerdir.

Felsefe ve bilimler hep bu türden ifadeler ortaya koymaya çalışmışlardır. Onları doğrulanıp yanlışlanması mümkün olmayan dogmalardan, boş inançlardan ayıran ve üstün kılan da ürettikleri bilginin bu özelliğidir. Yanlışlanıp doğrulanabilir ya da temellendirilebilir çürütülebilir olmasıdır. Bilgiyi bilgi yapan bu ortak özelliğine karşın, bilgiler arasında ayrım yapılmış, kimi türden bilgiler ötekilerinden üstün tutulmuştur. İnsan için bunlar ötekilerden daha önemli görülmüştür. Bilge olmak, bilgelik çok şey bilenin, her şeyi bilenin değil, belli türden bilgilere sahip olanın bir özelliği olarak görülmüştür düşünce tarihinde. Antik Yunan fılozoflarından Efesos'lu Herakleitos , yaklaşık aynı dönemde yaşayan bir başka filozof için, onun çok şey bildiği söyleniyor ama, o daha geceyle gündüzün, iniş ve yokuşun bir ve aynı şey olduğunu bile bilmiyor diye alay etmiştir. Ona göre asıl önemli olan tüm olup bitenlerin olup bitmesini sağlayan şeyi, onlardaki düzeni, yasayı, logos u bilmektir. Her şeyin kendisine göre olup bittiği bu logos'u, şeylerdeki düzeni ölçüyü bilmektir, esas olan. Bugünün diliyle söylersek genel geçer ve zorunlu olanı, doğa yasasını bilmektir, rastlantısal olan unsurları, sonuçları değil. Kişiyi bilge kılan budur, çok şey bilmesi değildir sanıldığı gibi. Bu nedenle, çok bilenle, bilge kişi, fılozof aynı kişiler değildir. Çünkü filozof da bilgiye sahip olan, yani sophos değil, bilgiyi seven, onun peşinde koşandır, philosop hos 'tur. Filozof bilgi için, hakikat için yolda olandır. Felsefenin özü bu yolda olmada, aramadadır. Aramanın, doğru soru ve yöntemle yapıldığında bilgiyle sonuçlanması da çok doğaldır. Fakat her yeni bilginin, her yeni bulmanın, yeni bir aramaya kapı araladığı, yeni kimi soruları da beraberinde getirdiği iyi bilinmektedir. Bu durum bilim ve felsefeyle uğraşanların yazgısıdır bir bakıma. Arayış hiç bitmez. Her bulma yeni bir arayışın sorusunu da birlikte getirir. Bilmek Egemen Olmaktır Yeni bilgi arayışı çağımızı ıralayan olguların başında gelmektedir. Bilim adamları, araştırmacılar kendi alanlarında, kendilerini meşgul eden sorulara yanıt bulma peşindedirler.

Çağımızın bilgi idealini, 17. yüzyılın önemli fılozoflarından Francis Bacon'ın sloganlaştınlan "bilgi güçtür", "bilmek egemen olmaktır" düşüncesi oluşturmaktadır. "Niçin bilgi?" sorusunun da yanıtını oluşturmaktadır, bu düşünce. Bilim yapmak doğaya egemen olmaktır. Doğayı dönüştürme, toplum yararına sunma yoludur bilim yapmak. Bilimin hedefı doğaya egemen olmanın araçlarını sağlamaktır insanoğluna. Bacon'un bu anlatımlarında somutlaşan düşünce, günümüz biliminin hareket noktasını oluşturmuştur. Üzerinde pek düşünülmese, niçin bilgi sorusu pek sorulmasa da, yapılıp edilenlere, çağın bilgisel hedeflerine bakılırsa, örtük olarak varsayılanın, araştırmacıları yönlendirenin hep bu anılan düşünce olduğu görülür. Bilimsel bilgi, bilimsel bilgiye dayanan ya da ondan hareketle geliştirilen teknoloji, insanın yapabilirlik kapasitesini artırmış, insanı doğa karşısında eskisinden çok daha güçlü kılmıştır. İnsan, bu yeni yapabilirlik kapasitesi ile atmosferin doğal yapısını değiştirecek, yeryüzünün iklimini etkileyecek, kendi yaşamını uzatacak, ama aynı zamanda yeryüzündeki tüm canlı nüfusunu yok edebilecek bir güce ulaşmıştır. Üç beş yıl önceleri tahayyül edilmesi bile mümkün olmayan teknolojiler, bugün yeni buluşlar ve teknolojik başarılar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hızlı gelişme insan yaşamına sağladığı kolaylıklar yanında kimi korkuları da birlikte getirmektedir. Küresel ısınma, içme suyu kaynaklarının gittikçe azalması, nükleer tehlike ve kirliliğinin başa çıkılması güç boyutlara ulaşması, gen teknolojisi gibi sonuçları tam olarak kestirilemeyen teknolojilerin yaygın olarak uygulanmaya başlanması, hatta insan için de genetik kopyalamadan, genlere müdahaleden daha sık söz edilmeye başlanması, küresel düzeyde sıkça dile getirilen tehlikelerden bazılarıdır. Bu ise bugün bazen bilim ve teknoloji karşıtlığına kadar varan eleştirilerin yapılmasına yol açmaktadır. Doğaya egemen olma, doğayı insan ya da toplum yararı için kullanma düşüncesinin kendisi de sorgulanmakta, insanın öteki canlı ve cansız doğayı kendi çıkan için kullanmaya hakkı olup olmadığı sorusu gittikçe daha sık sorulmakta, bugünkü hoyratça kullanımın sonuçta öteki canlı türleri gibi insana da zarar verdiği, insanın bununla kendi sonunu da hazırladığı söylenmektedir. Teknik insan ilişkisi, teknoloji kullanımının yol açtığı sorunlar uzun zamandır, bilim adamlarının, felsefecilerin, çevrecilerin gündemindedir. Ekosistemi, canlıyı, insanı merkeze alan farklı yaklaşımların, çok farklı sorun ve sorulardan hareket etmelerine karşın, tüm çevreci hareketlerin ortak hedefi doğaya yapılan müdahalelerin sonuçlarına dikkati çekerek, insanları bilim ideallerini sorgulamaya çağırmalarıdır.

Sıkça seslendirilmekle birlikte, bu çağrının henüz yeterince yankı bulduğunu söylemek güçtür. Bilgi İnsan İçindir "Niçin bilgi?" sorusuna felsefeden, felsefenin bize sağladığı bilgi birikiminden, problem bilincinden yola çıkılarak, "bilgi insan içindir", "insan olma içindir' denilebilir. Aslında bu düşünce oldukça eskidir. Bilmek her şeyden önce ve öncelikle kendini bilmektir. "Kendini bil!" buyruğu felsefi düşüncenin temel sloganlarından biridir. Kendini tanımayan insanın başka şeylere ilişkin bilgilere sahip olması neye yarar? Neyi bilip neyi bilmediğini, neyi nereye ka- dar bildiğini bilmeyen kişinin bilgisinin ne anlamı olabilir? Edinilen, derlenen , toplanan bilgiler kişinin kendisiyle yüz yüze gelmesini, kendisiyle karşılaşmasını, kendisini ve sınırlarını görmesini sağlayamamışsa, o bilgi neye yarar. Bu türden bilgileri yüklenmiş bir kişi olsa olsa bir bilgi teknisyeni olur, ama bilge olmaz. Böyle bir kişinin düşünmeye başlamadığını, aydınlanmaya, kendisi olmaya giden yolun uzağında olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Sorgulama, köklü bir sorgulama olacaksa eğer, kişinin kendisinden başlamak zorundadır. Ancak böyle bir sorgulamayla yola çıkan kişi kendi olmada, bir sayının, bir grup üyesi olmanın ötesinde bir kişi olmada bir adım atmış olur. Bilgi böyle bir sorgulama sürecine katkıda bulunmalıdır. Felsefe Bilgisi ve Yaşam Bu türden sorgulamaya kapı aralayan bilgilerse daha çok felsefenin ve sanatların sağladığı bilgilerdir. Bize çeşitli, değerli veya değersiz ama bizim sahip olduğumuzdan çok daha fazla ve çeşitli, yaşantı olanakları sunan sanat yapıtları; kişiyi kendi varoluşunu, varoluşunun anlamını sormaya çağıran felsefe yapıtları bu açıdan en önemli bilgi kaynaklarıdırlar. Akla dayanan, ussal çıkarımlar ve temellendirmelerle yol alan felsefi düşünmenin yanında, sanat yapıtları kimi zaman görselliği, kimi zaman sesleri ve müziği, kimi zaman insan bedenini ve öteki etkileyici unsurları kullanarak çok daha etkili olurlar kişileri uyandırmada, kendileriyle karşılaşmalarını sağlamada. Felsefe bilgileri hep merkezde soruyu soran kişinin durduğu sorulardır. Kişi kendisinden yola çıkmakta, kendini soru konusu edinmektedir. Soruyla yakalanmaya çalışılan şey her zaman kişinin kendisiyle, ama sonuçta insan olmayla ilgili bir gerçekliktir. Sorulan her soruyla insanla, dünyayla, insan dünyasıyla ilgili bir soruna ışık tutulur. Sorulan her soru, ayırdına varılan her sorun soruyu soranın gördüğü bir sorundur. Yaşadığı, yaşayıp gördüğü, sonra da önemli bulduğu bir sorundur.

Kısaca felsefe sorunları yaşamda temelini bulan sorunlardır hep. Filozof lar kendi gördükleri aykırılıkları dile getirirler, onlara çözüm bulmaya çalışırlar. Farklı dönemlerin sorunları arasında karşılaşılan farklılıkların nedeni budur. Aynı kalan sorular da aynı kalan şeylere ilişkin sorulardır. Felsefe sorulan değişene, değişime gözlerini kapamasa da, daha çok değişmede değişmeden kalanı ele alan sorulardır - ama bu arada değişimin ne olduğuna, "her şey değişir" dile getirimindeki paradoksa dikkatimizi çeken de felsefedir. Değişimle birlikte gelen sorularla yaşanan sorunları aydınlatmaya çalışan da felsefedir. İşkence ve insanlık dışı davranışların artmasıyla gittikçe daha fazla söz edilmeye başlandığında, "hak nedir?", "insan haklan nelerdir?", "bir şeyi temel hak yapan nedir?" ve sonuçta insanın değerli bir varlık olarak görülmesi düşüncesi olan insan haklarının temelinde yatan "insan nedir?", "insan neden değerlidir?" sorularına yanıt arayan da felsefedir. Bu sorular ancak felsefeyle, felsefece, felsefece bir bakış ve sorgulamayla yanıtlanabilecek sorulardır. Bugün insan haklarıyla ilgili soruların ele alınmasında olduğu gibi, felsefe soruları yaşamda şu ya da bu biçimde karşılaşılan sorulan merkeze alan sorulardır hep. Bu nedenle felsefe soruları yaşamın neresindedir sorusuna verilecek yanıt, onların yaşamın üstünde ya da dışında değil, içinde olduklarıdır. Ama tüm öteki sorunlar gibi, felsefe sorunlarının da onları sorunlaştıran, yani sorun olduklarını gören bir göze gereksinimi vardır. Gören göz olmayınca sorun da olmaz, her şey nasılsa öyle olup gider ya da öyle yapılıp durur. Öte yandan her ne kadar yaşamdan çıksa da, felsefe sorunlarının yaşamda karşı karşıya gelinen sorunlardan, felsefe sorularının yaşarken sorduğumuz sorulardan temel . bir farkı da vardır. Günlük yaşamda karşılaştığımız tek tek durumlara ilişkin sorular sorarız. "Hak nedir?", "adalet nedir?" diye sormayız, "Bu yaptığım adil mi?", "Bunu yapmaya hakkım var mı?", "Neden hakkım çiğnendi?" diye sorarız. Filozoflar ise bu sorulardan hareketle, birisine haklı haksız dememizi sağlayan şeyi, hakkın ne olduğunu sorarlar. İstenirse daha geneli soran sorular denebilir bunlara. Ama daha genel olmaları, bir şeyin ne olduğunu, neliğini soru konusu edinmeleri yaşamdan koparmaz felsefeyi.

KAYNAK: Adam Sanat- Ağustos 2003

Saglıklı olma sanatı

Alain (Émile Auguste Chartier)

Ruhsal denge, genellikle kişiye dışarıdan ödüller sağlamaz; ama hiç kuşkusuz sağlığa yararlıdır. Mutlu bir adam bir köşeye çekilip kendini unutturur; şöhret ancak ölümünden kırk yıl sonra gelip onu bulur. Ama kinden daha gizli ve daha tehlikeli olan hastalığa karşı mutluluk en kusursuz silahtır. Buna karşın, kederli adam kalkıp şöyle der: 'Mutluluk bir sonuçtur, neden değil.' Bu, işi fazlasıyla basitleştirmektir. Güç, insanı, beden eğitimini sevmeye götürür; ama kendi arzumuzla yaptığımız beden eğitimi de insana güç verir. Kısacası, iç uzuvlarımızın öyle bir durumu olur ki, çarpış­mayı ve yok etmeyi kolaylaştırır; yine bir başka durumu olur ki, adamı boğar, zehirler. İnsan, kuşkusuz, parmakları­nı oynattığ gibi, iç organlarını hareket ettiremez ama neşe, iç organların iyi durumda olduğuna kanıt oluşturduğuna gö­re, denebilir ki neşeyi davet eden bütün düşünceler sağlığada yararlıdır.

Şu halde hasta olduğumuz zaman sevinecek miyiz? Olur şey mi bu, diyeceksiniz. Acele etmeyin. Gülleler, kur­şunlar bir yana bırakılırsa, savaşta insnların hayatının sağ­lıklı bir biçimde sürdüğü söylenmiştir. Üç yıl siperler içinde, bir tavşan ininde gibi yaşayarak bunun denetimini yaptım. Tam üç yıl, yorgunluk ve uyku gereksiniminden başka bir şey duymadan yaşadım. Oysa yüzyılın en zayıf midelerinden birine sahiptim. Bütün hareket etmeden düşünen insanlar gibi yirmi yaşımdan beri tehlikeli bir hastalığım vardı. Askerlikte beden sağlığının açık hava ve hareketli yaşamla sağ­landığ söylenir; ama başka nedenler de var. Tanıdık bir piyade çavuşu bir gün bizim sığınağa geldi; yüzü sevinçten parlıyordu: "Bu kez kurtulduk," dedi "hastayım, ateşim var; doktor söyledi; yarın yine viziteye çıkacağım. Belki de tifusdur; ayakta duracak halim yok. Etrafımda her şey dönüyor. Sonunda hastaneye kavuşacağım. İki buçuk yıl çamurlar içinde yaşadıktan sonra, bu kadarcık bir şansa hak kazanmış olmalıyım." Ama, sevincin onu iyieştirdiğini görüyordum. Ertesi gün ateşi filan kalmamıştı; bu kez Fliery harabelerinden geçerek daha da berbat bir istihkamda görev almaya gidecekti.

Hasta olmak suç değildir; ne disiplin, ne de şeref duygusu buna karşı bir şey söyleyebilir. Nice askerler, bir hastalı­ğın, hatta öldürücü bir hastalığın izlerini keşfetmek için umutlu heyecanlar içinde kendilerini yoklayıp durmuşlardır. O çamurlar içinde geçen günlerde, hastalıktan ölmenin çok hoş bir şey olduğu düşüncesi egemendir. Bu tür düşünceler, hastalığı önlemeye birebirdir. Sevinç, iç organlarımızı, en usta doktordan daha iyi düzene koyar. Oysa hasta olmak korkusu, hastalık olasılığını büsbütün artırır. Bir köşeye çekilerek sessizce ölümü bekleyen çilekeşler gerçekten yaşamışlarsa, bunları yüz yaşına kadar yaşamış olmalarına hiç şaş­mam. Her şeye karşı ilgilerini yitiren yaşlı insanların uzun yaşam sürmeleri herhalde ölüm korkusunu bilmemelerinden ileri gelir. Kayıtsızlık bir tür büyük ve güçlü kurazlıktır.

Filozofça Düşünceler - 3

Denis Diderot


XII

Evet, ben tutkulara aşırı bağlılığı Tanrı’ya, tanrı­ tanımazlıktan daha ağır bir hakaret sayıyorum . Plutarkhos şöyle der: «Plutarkhos adaletsiz, öfkeli, vefa ­sız, kıskanç, kinci bir kişiydi diye bilinmektense, bu dünyada Plutarkhos adlı bir kişi yaşamadı diye düşünülsün daha iyi.»

XIII

Tanrı tanımaza yalnız Tanrı’ya inanan kişi kafa tutabilir. Tutkulara aşırı bağlılığı olan kişide o güç yoktur. Onun Tanrısı bir kuruntu, bir hayal ürünü­dür. Maddenin ortaya koyduğu engeller hesaba katılmasa bile, kavramlarının boşluğunu, kofluğunu açığa vuran bir yığın engelle gene de karşı karşıya kalır. Bir Vanini (Lneüllo VAnini (1585-1619), Italyan filozofu. Tanrıtanımazlıkla suçlanarak ateşte yakılmıştır) için, Cudworth, bir Shaftesbury, dünyanın bütün Nicole’lerinden Pascal’larından bin kat daha can sıkıcı olurdu.

XIV

Pascal sağduyu sahibiydi, ama korkaktı ve saftı. Ondaki Tanrı vergisi yetenekleri kendi kinlerine kurban eden kişilerin eline düşmeseydi usta bir yazar, derin bir düşünür olarak evreni aydınlatabilirdi şüphesiz. Tanrıbilim konusunda yapılan kalem kavgalarını zamanın tanrıbilimcilerine pekâlâ bırakabilir, Tanrı’nın kendisine verdiği zekâyı kullanarak, Tanrı’ya dil uzatırım korkusuna kapılmadan gerçe­ğin araştırılmasına koyulabilir, üstelik onun çıraklı­ğına bile lâyık olmayan kişileri üstad saymayabilirdi! La Mothe'un La Fontaine için söyledikleri ona da uygulanabilir pekâlâ: Arnaud’nun, Sacy’nin ve Nicole’ün ondan daha üstün olduğuna inanmak budalalıktır.

XV

İnsanın Tanrı tarafından yaratıldığı boş bir inançtır. Dünyanın öncesiz ve sonsuz olduğu, ruhun ölümsüzlüğünden daha az akla yatkın değildir. Çün­kü hareketin, ilkesi sakınım olduğu halde, bu evreni nasıl meydana getirebildiğini anlamıyorum. Hiç gereği yokken varsayılan bir varlığı ileri sürüp bu güç­lüğü yenmeye çalışmaksa gülünç olmaktır. O varsayılanı anlamanın yolu da yoktur ya! Madde dünyasında göze çarpan harikulade şeyler, üstün bir zekâ­nın varlığına kanıt sayılsa bile, manevi dünyada göze çarpan bozukluklar Tanrı kavramını yok etmeye ge ne de yeter. Diyorum ki, her şey bir Tanrı eseri ise, her şeyin olabildiği kadar iyi olması gerekir. Çünkü, her şey olabildiği kadar iyi değilse, ya Tanrı’nın buna gücü yetmiyor, ya da bunu isteyerek kötü yap mıştır. Onun varlığını ortaya çıkarmak için bundan daha iyi bir yöntem olamaz. Soruyu bu şekilde ortaya koyduktan sonra sizin tanrısal nurunuzla bir alış­ verişe deyer kalmaz. Eğer kralların en iyisi Britannicus'un öldürülm si ve insanların en kötüsü Neron’un kral oluşu iyi bir şey olsaydı, zayıf bir ihtimal de olsa, her kötülüğün kaynağı bir iyilik olduğu sonucuna varılabilirdi. Benzer araçlar kullanmaksızın aynı amaca ulaşmanın imkânsız olduğu nasıl ispat edilebilir? Erdemlerin yüceliğini daha da arttırmak için kötülüklere göz yummak, apaçık bir zarar için çok önemsiz bir fayda sağlamak demektir.

İşte ileri sürdüğüm sorular bunlar. Nasıl karşılık vereceksiniz bunlara?.. «Ben kötü bir kişiyim, Tanrı­dan korkacak yanım olmasaydı onunla savaşmazdım.» Bu cümleyi hatiplere bırakalım. Bu söz gerçe­ği sarsabilir, üstelik bunda çok az hoşgörü var. Bir kimse Tanrı’ya inanmıyor diye ona sövmece hakkı­mız var mı? iki tartışmacı arasında, öfkeye kapılanın haksız olduğuna bire karşı yüz konabilir. Menippo, Jüpiter’e şöyle der: «Cevap vereceğin yerde yıldırımı­na başvuruyorsun, o halde haksızsın
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP