Siyaset felsefesi baglamında devlet, hükümet ve bürokrasi - 1

Prof.dr Veli Urhan

Devlet, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlardan oluşan bir toplumu düzen içerisinde yönetmek amacıyla, kurallar ve yasalar koyma erkine sahip kurumlar aracılığıyla otorite kullanan siyasal bir örgüttür . Bu tanıma bakıldığında, devlet denilen kurumsal yapının var olabilmesi için ülke, insan topluluğu ve iktidar olmak üzere üç temel unsurun bir araya gelmesi gerekiyor . Ünlü Alman sosyolog Max Weber de devleti “belli bir arazi içinde, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan topluluğu” şeklinde tanımlamaktadır. Aslında, ortada duran somut bir gerçeklik değil de, düşünce ürünü kavramsal bir varlık olan devlet, ister bir sembol, ister hukuksal bir yapı, isterse bir mit olarak kabul edilsin, bu kavramsal varlığın temelinde, yukarıda işaret edildiği gibi, ülke, toplum ve iktidar olarak üç somut gerçeklik bulunmaktadır. Bu bakımdan siyasetin, genellikle, devlet ve onun kurumsal örgütlenmesinin analizi, toplum üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi vb. ile ilgili bir çalışma olarak anlaşılması pek de şaşırtıcı değildir.

Siyaset ve devlet insanın olduğu yerde vardır; dolayısıyla, siyasetin ve devletin kavramsal yapılarının iyi anlaşılabilmesi için, insanın hem tinsel, hem toplumsal, hem de düşünsel bakımdan iyi analiz edilmesi ve iyi anlaşılması gerekir. Karl Jaspers’e göre, ne Hobbes’un dediği gibi, “devlet olmadıkça, herkes herkese karşı daima savaş halinde” dir, ne de anarşistlerin öne sürdükleri gibi, insan “tamamen iyi”  bir varlıktır. Kendisinde hem sevgi hemde nefretin bulunduğu bir doğa ve toplum varlığı olan insan, her zaman şu ya da bu ölçüde söz konusu karşıt duyguların çatışması içerisinde bulunmakla birlikte; aynı zamanda, bu karşıt duyguların her birisinden daha fazlasını yapabilecek yeterlilikte olan bir varlıktır. İnsanın, kendisinin dışındaki bütün varlıklardan daha güçlü olması, onun aynı zamanda iyi olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, kötü olduğu anlamına da gelebileceğinden; tarihsel süreç içerisinde, kendisinin üstünde bulunan egemen bir güç tarafından, insanın özgürlük alanının sürekli olarak denetlenmesi ve sınırlandırılması gerektiğinin farkına varılmıştır. Belirli bir coğrafya üzerinde, yalnız başına değil de bir toplumun üyesi olarak yaşamak zorunda bulunan her bir insanı, toplumun öteki üyeleri ile değişik bağlamlarda bir sürü ilişki içerisine sokan ve bu ilişkileri düzenleyen, biri din öteki devlet olmak üzere, iki otoritenin bulunduğu, yine tarihin bize gösterdiği gerçekliklerden biridir

Jaspers’e göre, devlet “meşru güç kullanma tekeline sahip, yasa ve kurallara göre barışçı bir tarzda icraat yapan, toplumun düzenini sağlayan” bir otoritedir. İbn Haldun’un da, benzer bir biçimde, “hükümdarların uyruklarına karşı şiddetli muamelelerde bulunmaları, çoğunlukla devletin nizam ve düzenini bozar; devletin faydası kendilerini koruması ve uyruğun her sınıfına şefkatle muamele etmesiyledir” demek suretiyle, Jaspers’e yakın bir devlet anlayışını paylaştığı söylenebilir. “Devlet fikri insanın cevherinde vardır”  diyen Jaspers’e göre, devlet iradesi insanın kendi kaderinin iradesi olduğundan, devlet fikri insana adeta doğuştan verilmiştir; öyle ki, klasik şekliyle, “devlet Tanrı tarafından yetki verilen bir iradenin otoritesi olarak geçerli olup, böylece insanlar boyun eğip ve buna kader olarak katlandıkları”  zaman nasıl ise, modern şekliyle “kitle düzeninin bir garantisi”  olarak kabul edildiği zaman da öyledir. İktidarını yönettiği insanların yararına kullandığı sürece, saygınlığını kaybetmeyecek olan devletin temel işlevi, yönetenler (hükümet) aracılığıyla yönetilenlere güven verecek ve buna bağlı olarak da kendisine karşı saygı uyandıracak hizmetlerde bulunmasıdır .

İnsanlık tarihi içerisinde, devletin “ne zaman, niçin ve nasıl?” doğduğuna ilişkin soru da siyaset felsefesinde ele alınması gereken önemli sorular arasında yer alır. Bu konuda, dinsel ve mitolojik nitelikli teoriler bir yana bırakılacak olursa, geride kalan teoriler iki kategorik çerçeve içerisinde ele alınabilir :

a) Tamamıyla bir varsayıma dayanan ve devletin gerçekte nasıl meydana geldiğinden ziyade niçin olması gerektiği üzerinde duran teoriler;

b) Siyasal toplulukların gelişmesinin ve devlete dönüşmesinin tarihsel ve sosyolojik süreç içerisinde nasıl gerçekleştiğini inceleyen teoriler.

Bu iki bakış açısına bağlı olarak da, genelde, siyaset felsefesinin klasik ve modern olmak üzere iki döneme ayrıldığı bilinir. Bu dönemlerin her birisi kendilerini temsil eden siyaset filozoflarıyla birlikte, ikinci ve üçüncü bölümlerde, ayrıntılı olarak ele alınıp incelenecektir.

Yukarıda sözü edilen teorilerle ilgili iki kategorik çerçeve de dikkate alınarak, genel anlamda, bir kurumlar bütünü olduğu söylenebilecek olan devlete ilişkin üç farklı bakış açısından söz edilebilir:

1) İdealist bakış açısı: İdealist devlet anlayışının Antik çağ siyaset filozofu Platon’dan sonra, modern çağdaki en önemli temsilcisi olan Hegel toplumsal var oluşun üç temel evresini aile, sivil toplum ve devlet olarak tespit eder. Devleti, temelinde “evrensel diğergamlık”ın bulunduğu, etik bir topluluk olarak kabul eden Hegel’e göre, ailede insanlar çocukların ve yaşlı akrabaların
iyiliği için kendi çıkarlarını bir yana bırakırken; sivil toplumda bireysel çıkarlar her zaman toplumun genel çıkarlarının önünde tutulmuştur.

2) Fonksiyonalist bakış açısı: Fonksiyonalist devlet anlayışında, devlet kurumlarının rolü ve amacı her zaman ön planda tutulur. Buna göre, devletin temel işlevi toplumsal düzenin devam edebilmesi için, düzeni destekleyen ve toplumsal istikrarı sağlayan kurumların sağlam bir biçimde ayakta durmasını sağlamaktır. Genelde, bu bakış açısının Marksistler tarafından benimsendiği söylenebilir.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Siyaset felsefesi baglamında devlet, hükümet ve bürokrasi - 2

3) Örgütsel bakış açısı: Devleti, en geniş anlamıyla, bir hükümet aygıtı olarak tanımlayan, devlet ile sivil toplumu çok net bir biçimde birbirinden ayıran bu bakış açısına göre, devlet bürokrasi, askeriye, polis, mahkemeler, sosyal güvenlik sistemi gibi çeşitli hükümet kurumlarını kapsar. Böylesine merkezileşmiş bir yönetim sistemi olarak, onbeşinci ve onaltıncı yüzyılları Avrupa’sında kurulmaya başlayan modern devlet, köklerini bu bakış açısından almıştır denilebilir.

Bu çerçeve içerisinde, devletin beş temel özelliğinden söz edilebilir:

1) Devlet toplumsal bir yapıdaki bütün topluluk ve grupların üstünde mutlak bir güç olduğundan egemenlik ve iktidar sahibidir. Devletin bu özelliği en somut biçimde Hobbes’un Leviathan’ında görülür.

2) Devlet kurumları sivil toplum kurumlarının aksine, kamusal alanda yer alırlar ve kamu tarafından finanse edilirler. Aile, özel işletmeler, sendikalar vb. özel kurumlar bireysel çıkarları karşılamak amacını güderken, kamu kurumları kolektif kararlar almak ve uygulamakla yükümlüdürler.

3) Devletin kararları, zorunlu olarak değilse bile, genel olarak toplumun üyeleri için bağlayıcı kabul edildiğinden, devlet bir meşrulaştırma uygulamasıdır.

4) Devlet, otoritesi zor ile desteklendiğinden, kanunlarına itaati sağlama ve ihlal edenleri cezalandırma yetkisine sahip olduğundan, devlet bir hükmetme aracıdır.

5) Devlet ülke denilen sınırları belli bir coğrafya üzerindeki birliktir. Kendi ülkesi üzerinde kullanma hakkına sahip bulunduğu ve belirli bir coğrafya bağlamında tanımlanmış olan devletin söz konusu yetkileri, vatandaşı olsun ya da olmasın, ülkenin sınırları içerisinde yaşayan herkesi kapsamına alır.

Bir ülkeyi yönetenler toplum üzerinde iktidar uygularken, bunu hep devlet adına yaparlar; ancak devlet adına iktidar uygulayan yöneticiler ile devleti birbirinden ayırt etmek gerekir. Dolayısıyla, burada çok açık olarak devletin yanında hükümetin varlığından söz edilmesi kaçınılmaz görünüyor.

Devlet hem hükümetten hem de sivil toplumdan farklı bir örgütlenmedir. Gerçekten de, devlet insan ömrüyle ve zamanla sınırlı olmayan, dolayısıyla süreklilik içerisinde bulunan bir kurumdur. Bu sürekliliğin sağlanabilmesi için, daha başlangıçta, devletin varlığının onu yönetenlerin varlıklarına bağlı olmadığının bilinmesi gerekir. Modern siyaset felsefesiyle birlikte kurulmaya başladığı söylenebilecek olan modern hukukta, devletin tüzel kişiliği kavramı oluşturulurken, varılan sonuç şöyle dile getirilir: “Devleti meydana getiren insanlar değişebilir, devleti yönetenler değişebilir, hükümetler değişebilir, hatta rejimler değişebilir, fakat devlet kalır. Bütün bu değişmeler onun varlığını etkilemez; o süreklidir”. Toplumu yönetmek üzere, devlet içerisinde belirli bir süre için oluşturulmuş bir örgütün üyeleri olan ve iktidar üzerinde hiçbir öznel hak sahibi olmayan yöneticiler, devletin bir organı olarak kendilerine hukuk tarafından verilmiş olan yetkileri sadece kullanabilirler ki; bu anlayışın betimlediği devlet, modern siyaset felsefesinde, hukuk devleti olarak adlandırılır. “Hukuk devleti, her durum ve tecrübenin yasal güvenceye alınması, her şeyin hukuk formunda yapılması anlamına gelir” diyen Jaspers’e göre, “hukuk devletinde güven egemendir, güç devletinde
ise tamamen güvensizlik”.

Devlet düzeni söz konusu olduğunda düzeni kuranlar, otorite söz konusu olduğunda otoriteyi kullananlar, kanunlar söz konusu olduğunda kanunları yapanlar; düzeni kurmak, otoriteyi kullanmak, kanunları yapmak ve uygulamak yetkisine sahip olan insanlardır. Genelde, belirli siyasal tercihleri, ideolojik eğilimleri ve dünya görüşleri olan bu insanların devlet adına kuracakları düzenin, kullanacakları otoritenin, yapacakları kanunların, ilk planda, doğrudan doğruya toplumun bir kesimini gözetiyor gibi görünmesede, devletin içinde belirli bir süre için görev başına gelmiş olan hükümetin kendi siyasal ideolojisi ve görüşleri doğrultusunda hareket eden sosyal sınıfların öteki sosyal sınıflara göre daha fazla gözetileceği her zaman akla gelebilir.

Bu bağlamda, devlet ile hükümet arasında beş temel farklılıktan söz edilebilir:

1) Kamusal alandaki tüm kurumları ve toplumun tüm üyelerini kapsayan devlet, hükümetten daha geniştir, hükümet devletin bir parçasıdır.

2) Devlet sürekli olduğu halde, hükümetler gelip geçicidir.

3) Hükümet devlet otoritesinin işletilmesini sağlayan bir araçtır.

4) Devlet gayrişahsî bir otoriteyi icra ederken, belirli bir süre için iktidara gelmiş olan hükümet kendi politik anlayışını icra etmeye çalışır.

5) Devlet, teorik düzeyde, toplumun ortak çıkarını ve ortak iyisini, genel iradeyi temsil ederken, hükümet belirli bir dönem için iktidara gelmiş olanların partizan eğilimlerini temsil eder.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Siyaset felsefesi baglamında devlet, hükümet ve bürokrasi - 3

Toplumu oluşturan insanlar arasında, hem bedensel hem de düşünsel bakımdan, bir güç farkının ortaya çıkmasına bağlı olarak, kendiliğinden bir yöneten ve yönetilen ayrımının ortaya çıkması siyasetin, dolayısıyla da devletin temelini teşkil eder. Devlet tarafından konulmuş olan kuralların ve yasaların belirlediği düzene uygun ya da uygunsuz biçimde yaşamanın ortaya çıkardığı olayları siyasal olaylar olarak tanımlamak mümkündür. Devletin, siyasal bir örgütlenme şeklinde, ortaya çıkmasını sağlayan en temel özellikler olarak şunlar öne sürülebilir: Egemenlik, kamusallık, meşruiyet, coğrafya, hükmetme. Egemen bir güç olan devlet, toplumsal yapının bünyesinde yer alan ve kendisini oluşturan tüm alt grupların üzerinde mutlak ve sınırlanmamış bir iktidarı temsil ederken; aynı zamanda, bireylerin özel alanlarından bağımsız kalarak, toplumu oluşturan tüm bireyleri ilgilendiren kolektif kararları hayata geçirir. Egemenliğini yalnızca kamusal alanda kullanmakla yükümlü bulunan devlet, bu yükümlülüğünü yerine getirirken, toplumun ortak çıkarını ve ortak iyisini gözetmek anlamında mutlak bir meşruiyet içerisinde bulunmak zorundadır. Devletin söz konusu egemenliği, kamusallığı ve meşruiyeti sınırları belirlenmiş bir coğrafya üzerinde yaşayan herkesi kapsar; dolayısıyla, bu coğrafya üzerinde, koyduğu kurallara ve yasalara itaat edilmesini istemek ve yasaların ihlal edilmesi halinde cezai müeyyide uygulamak anlamında, devlet hükmetme gücünün de sahibidir. Belirli bir coğrafya üzerinde insanlar bir arada birlikte yaşamak durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, kaçınılmaz olarak iki soru kendiliğinden gündeme gelir:

1) Toplu halde yaşayan insanların birbirleri karşısındaki haklarının belirlenmesini öngören “kimin neye hakkı olacak?”

2) Siyasal erki kullanma yetkisini elinde bulundurmak anlamında “herkes adına kim konuşacak?”

Bu iki sorudan özellikle ikincisi doğrudan doğruya kurumsal bir otorite olan devletle ilgilidir. “Herkes adına kim konuşacak?” ya da “kim yönetecek?” sorusu siyaset felsefesinin en temel sorularından biridir. Bu bakımdan, ikinci sorunun cevaplanması, öncelikle toplumsal hayatın bir düzen içerisinde devam edebilmesi için gerekli olan siyasal erki kullanma yetkisini elinde bulunduran ve devlet denilen toplumsal ve siyasal bir örgütün kurumsallaşmasına bağlıdır. Söz konusu siyasal örgütün en üst kademesinde, ilk planda akla geldiği şekliyle, yönetici olarak monarşilerde tek kişi, aristokrasilerde küçük bir azınlık, demokrasilerde ise halkın bizzat kendisi bulunabilir. Klasik siyaset filozoflarının “kim yönetecek?” sorusuna verdikleri, epeyce ideal düzeyde olduğu söylenebilecek olan, yanıtlara bakıldığında her üç yönetim biçiminin ortak paydası olarak düşünülebilecek bir noktada buluştukları öne sürülebilir. Bu ortak paydanın “erdemli olmak” olduğunda kuşku yoktur. “Devlet ve aileler üstünde buyruk sahibi olanların, dosdoğru yüreklerine bakmaktan başka çıkar yolları yoktur ; eğer bu yoldan saparlarsa utanç getirirler tüm ülkeye ” diyen Konfüçyüs, temelde “her şeyin yerli yerinde bulunması” anlamında, bir hukuk kavramı değil de bir etik erdem olan “adaleti devletin hazinesi” olarak görür.

Devleti kimin yöneteceği konusunda, Antikçağ Grek felsefesinin ilk önemli ismi sayılabilecek olan Platon’un Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar adlı eserlerine bakıldığında, yönetici birincisinde filozof, ikincisinde krallık yönetimi bilimine vakıf olan kişi iken, üçüncüsünde yöneticilerin de üstünde ve filozof tarafından yapılmış olan yasaları egemen kıldığı görülür. Burada çok açıkça görülüyor ki, Platon’un devlet anlayışı mutlak monarşiden hukuk devletine doğru bir gidiş içerisindedir. Aristoteles de, Politika’da “egemen yetke yalnız yasanın kendisine ayrılmalıdır” demekle birlikte, bu yasaların da insanlar tarafından yapılacağı ve uygulanacağı için, bu insanların erdemli ya da liyakat sahibi olmalarının altını çizer. Monarşi ve aristokrasilerde yönetici ya da yöneticilerin erdemli olması, Platon’un istediği düzeyde olmamakla birlikte, epeyce olanaklı göründüğü söylenebilir, ama demokrasi için bunun neredeyse olanaksız denecek ölçüde zor olduğu ortadadır. Çünkü bir devletin yurttaşları konumunda bulunan tüm insanların, bütün davranışlarını aklın ölçüleri içerisinde gerçekleştirmek anlamında, erdemli olacakları hiçbir zaman söylenemez. Bu bakımdan, hem klasik hem de modern dönem siyaset filozoflarının pek çoğu, demokrasinin ancak küçük devletlerde iyi denilebilecek uygulamasının mümkün olduğu kanısındadır. Ancak, çağdaş dünyanın büyük devletlerinin pek çoğunda görüldüğü gibi, temsili demokrasilerde, halkın kendisini yönetmek üzere kendi özgür iradesiyle seçtiği kişilerin, toplumsal düzenin kurulması ve istikrarlı biçimde devam ettirilmesi, devletin gerçek anlamda bir hukuk devleti olabilmesi için, yüksek düzeyde erdemli kişiler olması son derece önemli görünüyor. Farabi’nin eserlerinde, bu konuda önemli ipuçlarının bulunduğunun söylenmesinde yarar vardır. Farabi’yle ilgili bölüme geçildiğinde bu ipuçlarına işaret edilecektir.

İnsanlar, bu dünya içerisindeki yaşamlarında, kaçınılmaz olarak düzenli işleyen bir toplumsal ilişkiler ağının içerisinde yaşamak zorundalar ise, bu düzenin kurulması ve istikrarlı biçimde devam ettirilebilmesi için devletin varlığı kaçınılmaz görünüyor. Burada siyaset felsefesinin en temel soruları olarak şunların sorulması gerekiyor: Devlet gerçekten gerekli olan bir üst otorite midir? Gerekli ise eğer devletin en ideal formu ne olmalıdır? Eğer gereksiz ise devletin işlevlerini üstlenebilecek bir başka kurumdan söz edilebilir mi? Siyaset felsefesiyle ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda, devlet probleminin son derece önemli bir konumda bulunduğu çok açık olmakla birlikte, “nasıl bir devlet?” sorusunun yanıtı olmak üzere, devletin nasıl bir forma sahip olması gerektiğine ilişkin tartışmalardan önce, “niçin devlet?” sorusunun yanıtlanabilmesi için, devletin gerekli olup olmadığının tartışılması gerekiyor. Siyaset felsefesi tarihine bakıldığında, devletin gerekli olup olmadığı konusunda üç farklı yaklaşımın ortaya çıktığı görülür. İlkin, ideal bir yaşam biçimi için mutlak egemen güç olarak devlet gereklidir diyen idealizm ya da faşizm; ikinci olarak, devletin devletsiz olan duruma tercih edilmesi anlamında, sınırlı ve minimal bir devlet anlayışını savunan liberalizm; üçüncü olarak da, tam anlamıyla devletsiz bir toplumsal yapının savunucusu olan anarşizmden söz edilebilir.

Devletin nasıl bir forma sahip olması gerektiğine ilişkin ikinci soru gündeme getirildiğinde, birincisi “devlet amaç, birey araçtır”, ikincisi “birey amaç, devlet araçtır” şeklinde olmak üzere, ortaya iki yanıt çıkmaktadır ki; bunlardan birincisi faşizm denilen otoriter ve totaliter bir yönetim biçimi olarak adlandırılırken, ikincisi devletin karşısında bireyin savunulduğu ve olabildiğince özgür bırakıldığı, liberalizmi esas alan, demokratik ve özgürlükçü bir yönetim biçimi olarak adlandırılır. Temel referans noktası olarak, tüm insanlar için vazgeçilmez olan yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarının savunulduğu “doğal haklar öğretisi”ni alan ikincisine göre, insanın söz konusu doğal haklarının korunmasını esas kabul etmeyen bir devlet hukuk devleti olamaz.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Siyaset felsefesi baglamında devlet, hükümet ve bürokrasi - 4

Fransızcada “koyu renkli kumaşla örtülmüş yazı masası”(la bure) anlamında kullanılan “bureau” kavramından gelen, bürokrasi ilk kez 1745 yılında Fransız fizyokrat ve dönemin ticaret bakanı Vincent de Gournay tarafından kullanılmıştır. Onsekizinci yüzyıldan itibaren “memurların çalıştığı ofis ya da devlet dairesi” anlamında kullanılmaya başlanmış olan “bureau” sözcüğü, zamanla öteki Batı dillerine de geçerek, uluslararası yönetim anlayışı içerisinde anahtar bir kavram haline gelir; bilimsel düzeyde yaygın olarak incelenmeye başlanması da Max Weber’in bu kavramla ilgili yazılarından sonra görülür. Weber’in rasyonel örgütle eşanlamlı saydığı bürokrasi kavramını siyaset bilimcileri büyük bürolarda, örgüt içinde kariyer yapan ve tam zamanlı çalışan, satıştan kazanç elde etmek yerine bütçeden tahsisat alanları ifade etmek için kullanırlar. Siyasal süreçte oynadığı rol bakımından yüklendiği işlevler nedeniyle, bir kamu yönetimi örgütü olarak kabul edilen bürokrasi siyasal sistemin merkezinde yer alan otoritenin kural uygulama işlevini yerine getiren yapıyı oluşturur. Bürokrasi hakkında genellikle rasyonel örgüt, verimsizlik ve kötü yönetim, kamu yönetimi, memurların yönetimi, büyük yapılı örgütler ve modern toplum gibi nitelemelerin kullanıldığı da bilinir. Çoğunlukla örgütsel yapılar ve onların performansa etkileri üzerine yapılan çözümlemelerde kullanılan bu kavram hakkında Weber’den sonra yapılan çalışmalara bakıldığında, onun aşağıda sıralanan yapısal boyutlarına dikkat çekildiği söylenebilir: İyi tanımlanmış bir otorite hiyerarşisi; fonksiyonel uzmanlığa dayalı bir işbölümü; her pozisyonun haklarını ve görevlerini tanımlayan bir kurallar sistemi; iş hareketlerini belirten bir prosedür sistemi; çalışanlar arasındaki ilişkilerde gayrişahsilik; seçiminin ve terfiinin teknik ehliyete dayanması.

Uygulanan siyasal sistemin bir parçası olan yönetsel yapıyı ve bu yapının eylemlerini anlatan bürokrasi kavramının genellikle kamu yönetimi ile aynı anlamda kullanıldığı söylenebilir. Kamu yönetimi, günlük hayatın içerisinde devletin vatandaşa yansıyan yüzü olduğu için, bürokrasi vatandaşın gözünde devletin somutlaştığı, yasaların, hükümet kararlarının, emir ve talimatların kâğıt üzerinde kalmaksızın vatandaşın günlük hayatına yansıdığı yerdir. Toplumdaki büyük yapılı örgütlerin egemen olduğu bir gelişmeyi anlatmak için kullanılan bürokrasi ve bürokratikleşmenin, ondokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren, sosyal bilimcilerin pek çoğunun, yalnızca devlet dairelerinde değil, siyasi partilerde, sanayide, yargıda ve kilisede de egemen bir özellik olacağı sonucuna vardıkları görülür. Modern çağda, sanayileşmenin bürokrasiyi geliştirerek siyasal sistemleri daha merkeziyetçi bir konuma taşıdığı bir gerçektir. Sanayileşmeyle birlikte gelişen kitlesel üretimin ortaya çıkardığı avantajlar büyük fabrika düzeninin kurulmasına yol açarken, ekonomik ve yönetsel yararlar da büyük şirketlerin ve büroların ortaya çıkmasını sağlar. Toplumun bürokratikleşmesi ile bir toplumdaki örgütlerin sayı ve yapı bakımından büyümeleri kastedildiği takdirde, modern toplumların bürokratikleşmiş toplumlar olduğunun söylenebileceği gibi; modern dünyada toplumun bürokratikleşmesi ile devletin bürokratikleşmesi arasında paralel bir ilişkinin var olduğu da söylenebilir. Weber örgütlerin yapısı ve işlemleri üzerine yaptığı araştırmalarının sonunda geliştirdiği bürokrasi modeli hakkında “ideal tip” kavramını kullanır ki; var olan örgütler bu ideal tipe yaklaştıkları ölçüde bürokratik olurlar. Onun yapısal ve işlemsel özellikler taşıyan “ideal bürokrasi” kavramı şu özelliklerden oluşur: uzmanlaşma; hiyerarşi; kurallar, yazılı belgeler ve dosyalama; gayrişahsilik; atanmış memurların oluşturduğu kariyer sistemi; kamu-özel ayrımı. İnsan davranışlarının bir kurallar sistemine bağlı olarak geliştiği ve bunun da sosyolojik çözümleme için bir temel oluşturduğu düşüncesini taşıyan, örgüt içindeki ilişkileri incelerken otorite ile iktidar arasında bir ayrım yapan, Weber’in bürokrasi ile ilgili çözümlemelerinde otoritenin özel bir yeri vardır. Ona göre, toplumsal bir ilişkide, kendi yönetimini başkasının direnmesine rağmen gerçekleştirebilen kişi iktidar; verdiği bir emirle başkasına itaat görevi yükleyen kişi de, meşruiyet esasına dayanan, otorite sahibidir.

Kamu yönetiminin en temel konuları arasında yer alan, siyasetçiler ile bürokratlar arasındaki ilişkilerin iyi ilişkiler olması her birinin meşruiyetini güçlendirirken, kötü ya da sorunlu ilişkiler olması hükümetin meşruiyetini zayıflatma potansiyeli taşır. Bütün modern örgütler, genellikle, biri üst düzeyde kararlar alan ve hedefler koyan temsili mekanizma, diğeri ise alınan kararları uygulamak ve konulan hedefleri gerçekleştirmek amacıyla çalışan hiyerarşik mekanizma olmak üzere iki temel unsurdan meydana gelir.

Siyasetçiler ile bürokratlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusundaki akademik tartışmaların üç farklı boyutta geliştiği öne sürülebilir:

a) Temsili demokrasilerde seçimle iş başına gelmiş olan siyasetçiler tarafından bürokrasinin sıkı kontrol altında tutulmasını ve siyaset ile yönetimin birbirinden ayrılmasını öngören boyut;

b) Bürokrasinin yönetim görevi olduğu kadar siyaset yapma rolünün de bulunduğunu, dolayısıyla siyaset ile yönetimin birbirinden ayrılması düşüncesinin reddini öngören boyut;

c) Yeni yeni gelişmekte olan ve yönetim sisteminde üst düzey bürokratlara siyasetçilerin karşısında bazı özerk yetkilerin verilmesini öngören boyut.


Kendisini kontrol edenlerin elinde güçlü bir iktidar aracı olan bürokrasinin önemli bir güç merkezi olmasını sağlayan temel bazı etkenlerden söz edilebilir:

a) Siyasal kadroların ihtiyaç duydukları her türlü bilgi ve uzmanlığa sahip olması;

b) Toplumun geleceğiyle ilgili siyaset yapan temsil kurumlarından daha hızlı karar alabilme yeteneğine sahip olması;

c) Sürekli ve istikrarlı bir statüye sahip olmasının avantaj sağlaması;

d) Kurumsal ideolojiye sahip olması;

e) Profesyonelliğe sahip olması;

f) Özerk olarak örgütlenmiş bulunması;

g) Planlama ve bütçeleme gibi teknik işlevlere sahip olması;

h) Danışma kurullarına sahip olması.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Siyaset felsefesi baglamında devlet, hükümet ve bürokrasi - 5

Yürütme ve yasama organları politika üretmekle, yargı organları bu politikaları yorumlamakla görevli iken, önceden belirlenmiş bir dizi görevi yerine getirmek amacıyla tasarlanmış bir örgüt ve örgütler dizisi olan bürokrasi söz konusu bu politikalarıuygulamakla yükümlüdür. Bütün sorumluluğu kendisine verilen talimatlarıyerine getirmek ve üstünde yer aldığı örgütü yönetmek olan bürokrasinin, siyasal iktidar karşısında özel bir güce sahip olabileceği, hatta yasama, yürütme ve yargıdan sonra, devletin dördüncü kolu olarak da nitelenebileceğide tartışmalardan uzak değildir. Kendine has bazı güçlere sahip olduğundan, sadece devletin ya da liderlerinin görevine bağlı hizmetleri yerine getiren hizmetkârlar konumunda bulunmayan bürokrasinin, özellikle belirli bir hükümet idaresinin siyasal ya da ideolojik destekçisi konumunda bulunduğu zaman, görevlerini yerine getirme biçimleri mevcut hükümetin amaçları ve öncelikleriyle çatışma içerisinde bulunabilir. Toplumsal yaşamın çok aşırı durumlarında, bürokrasinin bir darbe girişiminde bulunduğu ya da onu desteklediği görülebildiği gibi, çok aşırı olmayan durumlarda hükümetin iradesine karşı bilinçli bir muhalefet yürüttüğü de görülebilir; bu bakımdan güçlü bir bürokrasinin varlığının demokrasi açısından da tartışmalı olduğu söylenebilir.

Bürokrasinin aşağıda söz konusu edilecek olan denetleme yollarıyla sürekli bir denetim süreci içerisinde tutulması da bir zorunluluktur:

a) Siyasi denetim yollarının kurulması: Kamu bürokrasilerine uygulanan en önemli denetim yollarından biri yasama (meclis) ve yürütme (hükümet) organları tarafından yapılır.

b) Kamu hizmetinin siyasallaştırılması: Burada söz konusu olan denetleme üst düzey bürokrasiyi mevcut hükümetin ideolojik coşkusunun içine çekmek suretiyle gerçekleştirilir. Siyaset ile idare,
siyasetçi ile kamu görevlisi arasındaki ayrımlar belirsiz bir hale getirilerek, bürokrasinin denetiminde siyasal atama açık hale getirilir.

c) Karşı bürokrasiler oluşturma: Siyasal kurumlar, genellikle bürokrasilerin kendi bağımsız kaynaklarını kullanarak elde ettikleri enformasyon konusundaki tekellerinikırmak ve kamu bürokrasisini dengelemek amacıyla dışarıdan bazı siyasal danışmanlar istihdam ederek bir karşı bürokrasi oluştururlar.

d) Yeni örgüt biçimleri oluşturma: Bu yeni örgüt biçimlerinden ilkinin adı Adhokrasidir. “Adhokrasi, herkesin tanımlanmış ve sürekli bir role sahip olduğu bürokrasinin tam zıddını ve içinde bütün üyelerin, görevlerin yerine getirilmesiyle ilişkili karar ve harekete geçmek için geniş yetkilere sahip olduğu bir yönetim yapısını ifade eder”. İkincisinin adı ise postbürokrasidir. Postbürokrasi, toplumun ihtiyaç duyduğu daha üst bir örgüt biçimini ifade eder.


KAYNAKÇA:

ARİSTOTELES, Politika, (çev.Furkan Akderin), Say Yayınları, İstanbul 2013.
BARYY, N.P. Modern Siyaset Teorisi(çev.Mustafa Erdoğan-Yusuf Şahin), Liberte, 3. Baskı, Ankara 2012.
CEVİZCİ, A. Felsefe, Sentez Yayıncılık, Bursa 2007.
ÇİÇEK, H. Karl Jaspers’in Siyaset Felsefesi, Dergah yayınları, İstanbul 2008.
DEMİRCİ, F./Ö.ÖNDER, Siyaset Bilimi (Editör:Halis Çetin), Orion Kitabevi, Ankara 2012.
DURSUN, D. Siyaset Bilimi, 6.Baskı, Beta, İstanbul 2012.
ERYILMAZ, B. Bürokrasi ve Siyaset, Alfa Yayınları, İstanbul 2002.
HEYWOOD, A. Siyasetin Temel Kavramları (çev.Hayrettin Özler), Adres Yayınları, Ankara 2012.
HEYWOOD, A. Siyaset, Adres Yayınları, 9. Baskı, Ankara 2013.
HOBBES, T. Leviathan(çev.Semih Lim), Yapı Kredi Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1995.
İBNİ HALDUN, Mukaddime C.I (çev.Zakir Kadiri Ugan), M.E.G.S.B.Yayınları, İstanbul 1988.
KAPANİ, M. Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, 32. basım, Ankara 2013.
TORUN, Y. Siyaset Felsefesi Tarihinde Devlet, Orion Kitabevi, Ankara 2011.
WEBER, M. Sosyoloji Yazıları (çev.T.Parla), İstanbul 1986

1 - 2 - 3 - 4 - 5



Toplumsal sözleşme, düzen ve ahlak

Aydın Ördek

Modern toplumsal düzenin neredeyse her konuda kesinlik peşinde olması, her türlü toplumsal ilişkinin temeline sözleşmeyi koyması nedeniyledir. Sağlam bir sözleşme, sözleşmenin düzenlediği ilişkinin taraflarıyla ilgili (elbette ilişkiyi angaje ettikleri ölçüde) öngörülemez hiçbir husus bırakmayanıdır. Her şey kesin olmak zorundadır. Açık ya da zımni, bir ilişki biçimi olarak sözleşmenin dayatıldığı her durumda, öngörülebilirlik anlamında kesinlik talep edilmektedir. Sözleşmenin egemen ilişki biçimi olduğu modern toplumlarda belirsizlik, öngörülemezlik insan varoluşundan elden geldiğince kovulmuştur. İnsan ilişkileri, davranışları, kesinliği temin eden modellerle, şemalarla belirlenir, kavranır olmuştur. Söz konusu modeller, şemalar insan için seçim sorununu ortadan kaldıran şartların birer dökümüdürler; bu şartlarla karşı karşıya kalan her iradenin kaçınılmaz olarak tercih edeceği patikalar böylece belirlenir. Bencillik, açgözlülük, yalancılık, vb. “işin doğası gereği”, kaçınılmaz olarak üstlenilen, meşru meziyetler olur. Sözleşme toplumunun kesinlik talebinin en önemli sonucu, bütün insan ilişkilerinin içine gömülü olduğu ahlakın belirsizlik, öngörülemezlik kaynağı denerek kötülenmesi, gözden düşürülmesi, tecrit edilmesidir. Oysa insanın hayatta kalmak için bir koyunu parçalamak zorunda olan bir kurttan farkı dünya tesis edici gücüdür. Kurdun dünyası koyunu parçalamak; kurt dünya tesis edemez. Sözleşme ile insanın başına getirilen de dünya tesis etme gücünün elinden alınmasıdır; kurda dönüştürülmesidir. Sonra ne olur? Sözleşme ile kurda dönüştürülüp dünya tesis etme gücü elinden alınan insan, kurt kabul edilip sözleşmeye mahkûm gösterilir. Modern toplumun ilk büyük yalanı böylece doğar! Bu büyük, kurucu yalanın üstesinden gelmek, üzerini açmak, esasen insanı insan kılan, onu hayatta kalma refleksiyle güneşe dönmek zorunda olan günebakan çiçeğinden farklı kılan, dünya tesis etme gücü olan ahlakı insan varoluşunun temelinde görmekle başlar.

Ahlak hakikaten de bunaltıcı, “Olmasa daha iyi olurdu” dedirtecek cinsten bir öngörülemezlik, muğlâklık barındırıyor. Diğer yandan her yerde hazır ve nazır. Üzerine bu kadar fazla nefret çekiyor olması, hep orada olduğunun açık bir göstergesi. Ahlaktan nefret ediyoruz ama ondan kaçamıyoruz da. Ahlak, yani dünya tesis etme gücü, tesis edilen dünyaya uygun olana iyi, olmayana kötü denmesine yol açar. Nefret ederiz çünkü tesis ettiğimiz dünyayı onaylamayan (bizim iyimize iyi demeyecek) iradelerin varlığı kaçınılmazdır. Bu, dünya tesis etmeye, yani ahlaka içkindir. Kaçamayız çünkü daima bir dünya içindeyizdir, dünya tesis ederken de: Varlığımız ahlaka gömülü. Nihayetinde, temelde ahlaki olan varoluşumuzun başlıca sorusu da neden şu değil de bu dünyayı tesis etmeyi tercih ettiğimiz olur. Her toplumsal düzen bu en temel soruya, gerilime verilmiş bir yanıttır. Pür sözleşmeyi referans aldıkları ölçüde modern toplumsal düzenler ahlakı, yani insanın dünya tesis etme gücünü, yani iradeyi askıya alırlar; insan gâh bir kurda gâh günebakan çiçeğine dönüşür. Ne yapıyorsa yapmaya mecbur olduğundan yapar olur: Babası olsa da fark etmez, mesele neyin iyi ya da kötü olduğu meselesi değildir artık. Ayakta kalmak için kimsenin gözünün yaşına bakılmaması gerekir. Hâlbuki hayatta kalmak arzusunun, irade dışı süreçlere dönüştürerek güya ahlak dışı kıldığı her şey, son kertede yaşamdan vazgeçme arzusu tarafından iradi alana çekilebileceği için iyi ve kötü tarafından çerçevelenmiştir. Yani bizim kesinlik, öngörülebilirlik için gayriahlâkî kabul ettiğimiz, iradelerimizin eseri olup iradelerimizi esir alan sözleşmeler ahlaki kabullere dayanırlar.

İnsan varoluşu iyi ve kötü tarafından böyle kuşatılmışken, ahlaktan bu beyhude kaçış neden? Kapitalizm nasıl olur da ahlaksızlık olabilir? Şüphesiz, kapitalizmin sözleşmelerle tesis edilen ahlaksızlığı (ahlak dışılığı), şizofreniktir; gerçek muamelesi gören bir vehim, kurucu bir yalandır. Kapitalizmde kölelik sözleşmeyle sağlanır. Temelinde meta mübadelesi vardır. Reel ya da hayali, ihtiyaçların çoğu, bütün toplumun dâhliyle alım-satıma konu edilmek üzere üretilirler. Alım-satım, yani meta mübadelesi, sürekli olarak yapılacaksa sözleşmeye dayanmak zorundadır. Taraflar değiş-tokuş edilenlerin değerleri konusunda birbirlerini kandırmadıkları sözünü veriyorlardır mübadele sırasında. Toplumsal yeniden üretimi sağlayan meta (değer) mübadelesinin öngörülebilir kılındığı sözleşme ise paradır. Para denen sözleşmeyle toplumsal yeniden üretim kendiliğinden, anonim, zorunlu süreçlerin eseri olarak görünür, paranın düzenlediği bütün toplumsal ilişkiler iyi ve kötünün ötesine taşınır. Para aynı zamanda temellük edilebilen bir sözleşme olduğundan sahibinin sözleşme yapma gücünü arttırır. Bu ölçüde de para sahibi kendi ahlakını, dünya tesis etme gücünü norm (yani hikmetinden sual edilmez iyi) olarak dayatma imkânına kavuşur. Para sahiplerinin milyonlarca insanın açlığına yol açması doğa yasasına dönüşüverir. Kitlelerin zehirli hava soluması, zehirli su ve gıda tüketmeleri sözleşmenin gereğidir, konut fazlasıyla evsizlik de öyle, gıda fazlasıyla açlık da. Bir hekim hastalarını, bir sözleşme toplumunda sözleşme gücünü soğurmak suretiyle köleleştiriyorsa yahut bir mühendis teknoloji devlerinin tekeline tevdi ettiği icadıyla diğerlerinin sözleşme gücünü soğuruyorsa, öyle olsun istediği için değil, sözleşme bunu gerektirdiğinden. Kimse kötülük peşinde değil, herkes sözleşmenin gereğini yerine getiriyordur.

İddia edildiğinin aksine modern toplumda sözleşmeyle tesis edilen devlet değildir. Devlet eski toplumdan kalmadır. Sözde, ahalinin güvenliği için, emeğine çöken bir çetedir. Modern toplumda esasen sorun edilen çetenin kim tarafından idare edileceğidir. Bugünlerde foyaları iyice ortaya çıktığından itibarları yerlerde sürünen siyasal partiler çetenin yönetici namzetleridir. Sözleşme toplumunun sözleşmelere taraf asıl unsurları ise şirketlerdir. Şirketler asıl faillerdir. Modern toplumun dayandığı temel sözleşme olan meta mübadelesi şirketler tarafından gerçekleştirilir. Şirketler, modern toplumun asli sözleşmesi olduğu kadar sözleşme yapma gücünü de temsil eden paranın başlıca sahipleridir. Kitlelerin soludukları havadan içtikleri suya kadar, sağlıklarından güvenliklerine kadar bütün hayatlarını belirleyen bu asıl failler, her işi kitlelerin dünya tesis etme gücünü, yani ahlakı gasp eden sözleşmelerle yürütürler. Dünya tesis etme gücünden, ahlaktan, yani iyi ve kötüyü belirleme gücünden feragat etmek, insanın siyasal kapasitesinden feragat etmesi anlamına gelir. Zira siyasal olan, çıkarın iyi ve kötü kıstasına dönüştürülmesi ediminde açığa çıkar. Modern toplumlarda şirketler, kitlelerin siyasal kapasitelerini sözleşmelerle gasp etmektedirler. Şirket çıkarı, sözleşmeler eliyle kendiliğinden süreçlerin eseriymişçesine toplum çıkarı olarak sunulur. İnsanların dünya tesis etme güçlerini (ahlakı) ellerinden alıp onları köleleştiren asıl olarak şirketlerdir. Durum bu merkezde olduğu için mevcut şirketlerin en olgunu olarak görülebilecek Apple’ın 250 milyar doları aşan nakit rezervi (sözleşme yapma ya da köleleştirme gücü) bulunmaktadır. Apple bu 250 milyar dolar ve kendisine tevdi edilen 1 trilyon dolara yaklaşan tasarruf sayesinde çıkarını iyi ve kötü kıstasına dönüştürüp kitleleri siyasal kapasitelerinden yoksun bırakabiliyor, kölelik yolunun göz kamaştırıcı taşlarını da böylece döşemiş oluyor. Yani kapitalist kölelikten özgürleşme, sözleşme toplumuna, onun asıl faili şirkete alternatif yaratmayı, şirketi asıl siyasal muarız kabul etmeyi gerektiriyor.


NOT: Yazının başlıgını ben degiştirdim, aslı: Modern zamanın asli siyasal aktörleri: Şirketler

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/09/26/modern-zamanin-asli-siyasal-aktorleri-sirketler/

Metod Kavramı Diyalektik ve Metafizik

Bilgi edinme süreci ve pratik etkinlik içersinde, insanlar belirli amaçlar ileri sürer, şu yada bu çalışmaları saptarlar. Fakat bir amaç öne sürmek, bir çalışma şekli belirtmek tasarlananı gerçekleştirmek demek değildir. Amaca götüren doğru yolu, sorunları çözmenin etkin yöntemlerini bulmak da çok önemlidir. Bir amaca erişmede belli bir yol izlenmesi, verilen ikelere, teorik araştırma ve pratik eylem yöntemlerine uyulması metodu oluşturur.

Belli bir metod uygulanmadan hiçbir bilimsel yada pratik sorun çözülemez. Örneğin, herhagi bir cismin kimyasal bileşimini bul­mak istiyorsak, en azından bir kimyasal analiz metodu bilmemiz zorunludur. Yani, bu cisim üzerinde etki yapabilecek gerekli kimyasal maddeleri bilmek, onu ayrıştırmak, kimyasal özelliklerini saptamak vs. gereklidir. Eğer bir metali eritmek zordaysak, eritme tekniğini, yani metal üretiminde insanlar tarafından ortaya konmuş pratik süreçleri bilmek gerekir.

Fiziksel, biyolojik olayları ve dğer doğa olaylarını incelemek için de belli bir metod lazımdır. İnsanların teorik ve pratik çalışmada, metodların hazırlanmasına ve bu metodların benimsenmesine bu derece önem vermeleri bu nedenledir.

Metod, incelenen olaylarla bir bag olmaksı­zn, herhangi bir kimsenin isteğe göre seçtiği, şu yada bu inceleme yöntemlerinin mekanik bir toplamı değildir. Metod, büyük bir kısmıyla bu olayların şekli, kendilerine özgü yasaları tarafından şartlı olarak oluşturulur. Bu yüzden, bilimin yada pratiğin her alanı kendine özgü metod gelştirir. Örneğin, fiziğin metodları kimyanınkilerden, kimyanın metodları biyolojininkilerden vs. farklıdır.

Çeşitli bilimlerin ve insanlığın pratiginin kazandıklarını genelleştiren bilimsel felsefe, kendi bigi edinme metodunu, diyalektik materyalizmi ortaya koymuştur. Bu metod, gerçeğin bazı alanlarının bilinmesi için gerekli anahtarı vermekle kalmayıp, her yönüyle doğanın, toplumun ve düşüncenin, bütünüyle dünya görüşünün bilinmesini sağlamakla somut bilimlerden ayrılır.

"Diyalektik" kelimesinin kökeni yunancadır. İlkçagda, tartışmada, karşısındakinin gösterdiği kanıtlardaki çelişkileri ortaya çıkarıp, kendinin haklı olduğunu kabul ettirme ve böylece gerçeğe varma sanatına diyalektik denirdir. Daha sonraları, ona gerçek üzerine bilgi edinme metodu anlamı verildi. Diyalektik, hareketli ve sürekli gelişme halindeki evreni inceler, yani onu olduğu gibi görür; bu nedenle diyalektik gerçekten bilimsel olan tek metoddur. Bilimin, tarihi ve toplumsal pratiği ortaya çıkardığı ger­çeklere dayanan diyalektik, evrenin sonsuz bir hareket, yenilenme, eskinin kaybolma ve yeninin ortaya çıkma süreci olduğunu kabul eder.

Engels, "kesin, mutlak olarak sürüp giden bir­şey yoktur, diyalektik materyalizm, her şeyin eskiliğini ve herşeydeki eskiliği gösterir, meydana gelmek ve ortadan kalkmaktan, aşağıdan yukarıya doğru sonsuz bir yükselişten başka hiçbir şey sürüp gitmez..." diye yazmıştır. Ayrıca, diyalektik, hareketin ve gelişmenin kaynağını nesne ve olayların kendilerine özgü iç çelişkilerinde görür.

Gelşim sürecini, yeni ile eski arasındaki mü­cadeleyi, yeninin zaferinin kaçınılmazlığını açıklarken diyalektik toplumun ilerici güçlerinin, zamanını doldurmuş toplumsal düzenlere, gerici sınıfların güçlerine karşı savaşına hizmet eder. Günümüzde, işçi sınıfının ve marksist partinin elinde, diyalektik bilgi edinmenin ve düyanın devrimci değişiminin aracıdır.

Metafizik(*) diyalektik metodun kökten karşı­tıdır.

Metafizik düşünce metodu, ilk defa doğa bilimlerinde belirdi ve XVII. ve XVIII. yüzyıllarda felsefeye de yayıldı. Bu çağda, metafizik, geliş­meyi, yeninin ortaya çıkışını inkar ediyor, ve hareketten, cisimlerin mekanda yer değiştirmesini anlıyordu. Engels "Metafizikçiler için, cisimler ve onların düşüncede yansıması, yani kavramlar ayrı ayrı inceleme konularıdır, biri diğerinden sonra ve biri diğeri olmaksızın, sabit, katı, değişmez olarak düşünülürler" diye yazmıştır. Öreğin, ünlü İsveçli doğa bilgini Carl Linne (1707-1778) birçok bitki türlerinin "yaradılış" gününden beri oldukları gibi kaldığını, türlerin değişmez olduğunu kabul ediyordu. Linne, bundan, doğa bilimlerinin görevinin "yaratıcı" tarafından doğaya verilmiş olan düzeni anlatmak olduğu sonucuna varmıştı.

Metafizikçilerin, hareketi basit mekanik yerdeğiştirmelere indirgemesi, onları doğadaki bü­tün niteliksel gelişmeleri inkar etmeye, hareketi şimdiye kadar varolandaki büyüme ve küçülme olarak tasarlamaya götürdü. Fransız düşünürü Robinet (1775-1820), öreğin, yetişkin insanın, indirgenmiş haliyle bütün yetişkin insan organlarına sahip olan embriyonundan hiçbir şekilde farklı olmadığını öne sürüyor, bunun sonucu olarak, insanın gelişmesini sadece bir büyüme, embriyon halinde iken sahib olduğu organların ve vücut kısımlarının irileşmesi olarak kabul ediyordu. Niteliksel değişimlerin inkarı gelişmenin niceliksel bir büyüme yada küçülmeye indirgenmesi, yeni ortaya çıkmaksızın şimdiye kadar varolanın bir tekrarlanması olarak düşünülmesi, iç çelişkilerin gelişmenin kaynağı olduğu dü­şüncesinin reddedilmesi, çağdaş metafiziginde aynı şekilde belirleyici özellikleridir.

Gelişmenin, eski ile yeni arasındaki savaşın ilerici özelliğini, yeninin kaçınılmaz zaferini kabul etmeyen çağdaş metafizik, gerici güçlerin ilerici olan herşeye karşı savaşında, gericiliğin çıkarlarına hizmet eder. Örneğin, sınıfların sava­şını, sosyalist devrimi ve proleterya dtatörlü­ğünü inkar eden, sömürenlerle sömürülenler arasında barış olabileceğini, kapitalizmden sosyalizme dereceli bir geçiş düşücesini ileri süren revizyonistler metafiziği kendilerine temel alırlar.

Günük hayat, bilim ve pratik diyalektiğin doğruluğunun kanıtıdır. Toplumun günümüzdeki gelişimi diyalektiğin hayati gücünü özellikle inandırıcı bir biçimde göstermiştir. SSCB'de sosyalzmin tam ve kesin zaferi ve komünizmin kuruluş devresine girmesi, dünya sosyalist sisteminin oluşması, demokrasi, barış ve sosyaizm güçlerinin büyümesi, marksist diyalektiğin üstünlüğünü kanıtlar.

not:
(*)Metafizik; (Yunancadaki "meta ta fizika», fizikten sonra gelen, sözünden alınmıştır>. Aristonun olay­ların gerçek ötesi bir analizini yapan bir kitabındaki fiziğin devamını oluşturan bir bölümünün başlığıdır. Daha sonraları, diyalektiğin karşıtı olan bilgi edinme metoduna metafizik adı verildi.

KAYNAK: V. Afanasiev - Felsefenin İlkeleri
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP