Terör, Din, ve Yeni Politika - 2

RK: Daha önce vardığınız sonuca dönelim ve şeytanın avukatlığını yapalım. Şiddeti durdurmadıkça adına yaraşır hakiki, radikal bir uzlaşmayı gerçekleştiremeyeceğimizi söylediğinizde bu, sözün gelişi İsrailli Ariel Sharon'un barış imzalamadıkça Filistinlilerle müzakereyi reddederek sarf ettiği bazı ifadelere; yada "Silahlarını bırakmadıkça Sinn Fein'le konuşamayız" diyen Kuzey İrlandalı Birlikçiler'in İfadeleriyle şaşırtıcı bir benzerlik taşıyor görünüyor. Bunun arkasında yatan mantığı anlayabiliyorum elbette, fakat bu bana çok kısa sürede imkânsızı istemek gibi görünüyor; politik konumların belirsizliğini ve sisini kabullenmek değil.

Filistinliler neler olabileceğini görünceye kadar silahlarını kayıtsız şartsız, bırakmak niyetinde değiller. Anladığım kadarıyla dekonstrüksiyonistin konumu şu: hiçbir şey saf değildir; her şey kirli, karışık ve belirsiz. Bu yüzden uzlaşmaya sahip olabileceğimiz bir noktaya, şiddetten bütünüyle arınmış bir noktaya asla ulaşamayız. Uzlaşmadığımız sürece. Önce bir tür müzakere edilmiş çözümü kabul etmedikçe, tam barışa ve şiddetten tümüyle arınmışlığa ulaşamayız.

JD: Tümüyle hemfikirim seninle. Söylediğim şey belki de gereğinden fazla basitleştirilmişti. Politik anlamda uzlaşmanın daima şiddet bir şekilde devam ederken gerçekleşmesinin nedeni budur. Şimdi ben Amerikalıların 11 Eylül olaylarına tepki göstermek zorunda olduklarından söz ederken, durumu daha önce dönüştürmüş olmalarını dışarda bırakmıyorum. Onlar buyandan yoksul Afganlara yiyecek atarak ve benzeri türde insani yardım sağlayarak yardıma hazır olduklarını, diğer taraftan bir Filistin devletinin geleceğini öteden beri tartışmakta olduklarını söylüyorlar. Belki de Sharon'un şu ifadesini hatırlıyorsunuzdur: "Günümüzün 'Çekoslovakya'sı olmak istemeyiz."

İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Hitler'le Çekoslovakya pahasına barış yapılmıştı. Sharon eğer Batı koalisyonu daha fazla Arap devletini içine alacak şekilde genişleme ihtiyacı duyarsa, bunun İsrail pahasına gerçekleşebileceğinden korkuyor. Şu anda kimseyi yargılamak istemiyorum. Belki de Birleşik Devletler yapmakta oldukları şeyle korkunç bir hata yapıyor. Yargılayamam. Televizyon sansüre tabi olduğu için gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz. Aslında söylediğim şey yalnızca Birleşik Devletler'in hareketsiz kalamayacağıdır. Onlar "Bekleyelim ve görelim" diyemezler. İster "misilleme" ister sadece bir terörü önleme girişimi diye adlandıralım bir şey yapmak zorundalar. Onlar aynı zamanda şiddet yanlılarının tümüyle ortadan kaldırılmasını beklemeksizin hiç değilse politikalarını değiştirebilecekleri vaadinde bulundular. Dolaylı şekilde de olsa değiştirmeye çalıştıkları­nı düşünüyorum, ancak önkabulleri/şartları çok komplike. Şunu soruyorlar: "Neden bizden nefret ediyorlar?" Onlar bu nefret duygularını anlamaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Avrupalıların — bu meselede Avrupa'ya dönmek zorunda kalacağımız için — Avrupa'nın müttefiklerinin Birleşik Devletler'e baskı yapmalarını, yalnızca Devletlerinin değil, topyekün Batı'nın Araplara yönelik siyasetlerini değiştirmelerini umut ediyorum; bin Laden'in İslam'ı ya da Filistinlileri temsil etmediğini söylerken haklı olduklarını ispatlamak istiyorlarsa elbette. Eğer bunun doğru olmasını istiyorlarsa, birçok adım atmak zorundalar.

Ben onların zorunlu olarak şiddeti durduracaklarını değil, şiddeti durdurmadan önce ve aynı zamanda şiddet varken, politikalarını değiştirmeleri gerektiğini söylemek istiyorum.

RK: Öteki ve Ortadoğu ile Amerika arasında bir tür arabulucu olarak Avrupa sorununu ele alırken, Avrupa'nın genelde Akdeniz dünyası ve Arap kültürüyle çok daha yakın bir ilişkisi bulunduğu için İslam'ın çeşitli versiyonlarının tümünü daha iyi tanıdığını ve dolayısıyla bu anlayışı Amerika'ya taşımaya çalış­makla ve deyim yerindeyse Doğu ile Batı arasında köprü kurmakla yükümlü olduğunu söylemek istediğinizi düşünüyorum.

Birleşik Devletler vatandaşları "Neden bizden nefret ediyorlar?" diye sorduklarından, onlar da bir cevap arayışındalar. Bu yüzden Avrupadaki bizler ikisi arasındaki "tercümeye" katkıda bulunabiliriz. Hikâyeler Üzerine [On Stories] adlı kitabımda benzer sorunlar üzerinde kafa yordum; ulusal tahkiyelerin inşası hakkında bir bölüm içeriyor. Roma'nın nasıl Etrüskleri dışarda tutarak kurulduğunu; Britanyalılar ve İrlandalılar kendilerini birbirleriyle ötekinin diyalektiği içinde nasıl inşa ettiklerini; ve sonra Amerika'nın — öteki olarak önce yerli Kızılderililerle baş­layan, sonra kölelerle ve göçmenlerle ve nihayet yabancılarla (dışardan gelen yabancılara baskı vardı) devam eden — kendi özel ötekisi temelinde yeni dünyada kimliğini nasıl tesis ettiğini keşfetmeyi deniyorum. 11 Eylül'den sonra Newsweek'in ön sayfa manşeti "Bölünemez Ulus"tu. Öteki saldırmıştı. Bana öyle geliyor ki acil bir orada bir yerdeki düşmanları gösterme, coğrafi olarak konuşlandırma ve kimliklendirme ihtiyacı vardı; çünkü içerde düşmanları olmak fazla şok ediciydi. Şarbon korkusunun fazla şok edici olmasının nedeni de buydu belki. Öteki aynı zamanda bir kez ulus içine konuşlandırıldı mı, "oradaki" hain ötekileri korumak zordur. Bu diyalektiğin sürmesini nasıl görüyorsunuz?

JD: Söylediğiniz şeyde en az iki ya da üç soru var. İlki bü­yük bir problem; onu "tercüme" diye adlandıralım. Avrupa tercümeye yardım edebilir mi? Orada olup-biten şeyi anlamak İçin şeylere bakmanın iki yolu olduğunu düşünüyorum. Birincisi kı­sa yol: Soğuk Savaş'ın önkabullerini anlamak. Hâlâ Soğuk Savaş'ın bedelini ödemekteyiz; çünkü tam da bu nedenledir ki — bir düşmana sahip olma nedeni — Birleşik Devletlerin kendisi, (müttefikler olarak) çok sayıda demokratik olmayan ülkeyle kuşatılmış durumdaydı. Aynı zamanda bu kutuplaşma vardı ve bu kutuplaşma nedeniyle Birleşik Devletler aleyhine dönen stratejisinde çok sayıda korkunç hata yapmıştı. Bu yüzden biz şimdi Soğuk Savaş'ın bu sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bin Ladenin Amerikan modellerine göre eğitildiğini unutmamalıyız.

Uzun yol İslam'ın tarihinin ve şekillenmesinin incelenmesi olacaktır. Bu dinin — günümüzde demografisi bakımından dinlerin en güçlüsü olan dinin — ve inançlarım cisimleştiren ulusların tarihte bir şeyi, Avrupayla paylaşmadığı bir şeyi — yani Aydılanma'yı, bilimi, ekonomiyi ve gelişmeyi — kaçırmış olmasını nasıl açıklayabiliriz? Onlar yoksul ülkeler. Bazı Araplar petrol endüstrisi sebebiyle aşırı ölçülerde zengin olsalar bile, hâlâ zorunlu altyapıdan yoksunlar. Peki bu durumda onları ekonomik bakımdan yanlış tarafa yerleştiren nedir? Dinleri midir? Şu anda yaptığım şey bir aşırı basitleştirme elbette. Arap-îslam dünyası başaramamışken, Museviliğin ve Hıristiyanlığın teknobilimsel-kapitalistik gelişmeyle özdeşleşmeyi başarmaları yüzyıllar aldı. Onlar baskıcı, hatta Avrupalıların daha önce sahip oldukları modellerden çok daha falosentrik (phallocentric) eski modellere bağlı kaldıkları için yoksul kaldılar. Bu yüzden tarihe ilişkin bir kavrayış olmaksızın, son beşyüzyıldır İslam'ın başına gelenler konusunda yeni türde bir araştırma yapılmaksızın bugün olup-bitenleri anlayamayız.

RK: Eserlerinizde monoteizme/tektanrıcılığa Yahudi-Hıristiyan-İslamik monoteizm olarak muhtelif atıflarda bulunuyorsunuz. Çoğumuzun unuttuğu tire çizgisini hep araya yerleş­tiriyor ve senaryoyu çok canlı bir tarzda komplike hale getiriyorsunuz. İnsanlara İslam'ın dinde ve felsefedeki müşterek monoteistik mirasa ortak olduğunu hatırlatıyorsunuz (sözün gelişi İbni Sina'nın durumuna bakın). Başlangıçta İslam bizimkilerden pek farklı değildi....

1 - 2 - 3 - 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP